Büyünün Doğuşu #1#
- Kelime Ressamı

- Mar 23, 2020
- 10 min read
Başımı koltuktan kaldırırken duvardaki saatle bakıştım. Gürül gürül yanan soba beni iyice mayıştırmakla beraber saat kavramını yitirmeme de yol açmıştı. Gece çoktan gündüzden görevini devralmıştı. Ay, kar tanelerinin arasından ışıldıyor; bir gün önceki yemyeşil çayırlar, beyaz bir örtünün altında dinleniyordu. Okuduğum dergiyi sehpaya bırakırken esnedim. Bu gün aslında neredeyse hiçbir şey yapmamış olmama rağmen üstümde bir ağırlık vardı. Bu yüzden bırakın evle uğraşmayı, duş alıp yatmaya dahi üşeniyordum ama artık tek başımaydım ve işleri yapacak ebeveynlerim çok uzaktaydılar. Bir yerden başlamalıydım.
"Yeni bir başlangıç" kararımı annem ve babama açtığımda tahmin ettiğimden anlayışlı davranmışlardı, bu dağ evini ziyaret etme fikri onlara sunulduğundaysa şaşırmışlardı. Bir dergide makale yazarı olarak, değişikliğin bana iyi geleceğini söyleyen editörümü dinlemek zorundaydım. Aileme miras kalmış ve tarihi yüzyıllar kadar eskiye dayanan bu evi duyduğunda da kendisi hemen atlamıştı. Onu severdim fakat elli yıldır kimsenin oturmadığı, terk edilmiş eski püskü bir eve taşınmamla alakalı tavsiyesi hiç aklıma yatmamıştı. Sonuç olarak ikna edildim ve buradayım. Ben gelmeden iki üç gün önce gündelikçiler ve nakliyeciler evi yaşanabilir hale getirdiğinden benim yapmam gerekenler azdı. Buna rağmen içimde parmağımı kımıldatacak en ufak bir istek yoktu. Kendimi zorlayarak çatı katına çıktım. Burası, burada oturan herkesin hayatlarından bir parçayı koyup bıraktıkları yerdi. İçerisi ev sakinlerinin kimsenin bulmasını istemedikleri ya da kullanmaktan vazgeçtikleri fakat atmaya kıyamadıkları onca eşyayla dolu olmalıydı ve şimdi ben onların mahremiyetini bozacaktım çünkü bu da editörümün başka bir nasihatiydi. Yazacağım yazıya ilham vereceğini düşünüyor. Bense sadece tozdan alerji olacağım kanısındayım.
İçeri girip ışığı açtığımda ilk gözüme çarpan şey beklediğim kadar kirli olmamasıydı. Üstelik buraya gündelikçiler ve nakliyecilerin girmesine izin vermemiştim. Gıcırtıyla açılan kapı ve paslanmış kilit de içeriye uzun zamandır ilk kez girenin ben olduğum konusunda hem fikirlerdi ama bu kadar temiz bir çatı katı olağandışıydı. Bu konu üzerinde daha fazla durmayıp sıcak çikolata dolu kupamı çalışma masasına bıraktım. İçerisi sayısız kitap ve kitaplıkla, kutu ve ıvır zıvırla doldurulmuştu. İkili yatak, ceviz ağacından bir çalışma masası ve büyük bir dolap bulunuyordu. Normal bir oda bu kadar şeyi alıp ferah kalamazdı ama burası oldukça genişti. Eşyaların yapımında parlak ve hoş kokulu ahşaplar ve taşlar kullanılmıştı. Birçok dönem ve milletten eşyalarla dekore edilmişti. Halı Osmanlı halısıydı, koltuklar ve masa Victoria Dönemindendi, dolaplar ve saat gotikti, aydınlatma otantik bir avizeyle yapılıyordu, duvarlarda aynalar ve ünlü tablolar vardı, birkaç heykel de göze çarpıyordu, birçok değerli vazolar yan yana dizilmişti. Resimlere daha dikkatli baktığımda bunların bir kısmının Van Gogh'un, Leonardo da Vinci'nin, Cezanne, Degas ve Monet'in imzasını taşıdığını gördüm. Müzede bile göremediğim ünlü heykeltraşların heykellerinden oluşan kısmı saymıyorum bile. Bu kadar çok eseri hangi antikacı toplayabilir ki? Anlaşılan ev sahipleri takıntılı koleksiyonculardı. Kendimi kaybetmiş bir şekilde odada dolanırken bir şeye çarpıp başka bir şeyi düşürdüm. Sızlayan kolumu ovalarken arkama baktığımda çarptığım şeyin kitaplık, düşenin ise bir kitap olduğunu fark ettim. Eğilip kitabı aldım. Kalındı, hatta oldukça kalın. Deriden bir kapağı vardı ve bir isim deriye dağlanmıştı: Kahin Zevza. Çalışma masasının önündeki sandalyeye oturup ayaklarımı masaya uzattım, ilk sayfayı açtım. Yıpranmış ve yüzyılların yorgunluğunu üstünde kağıtta eski Latince ile "Dünyalar, Yaratıklar ve Büyü" yazmaktaydı. Ayrıca tamamı el yazması olan bu kitabın da yazılış tarihi 1258'di. Bu da Simya Dönemi'ne denk geliyordu. Bilim tarihi okumuş ve bu alanda doktora yapmış birisi olarak bu dönemde kullanılmış çoğu dili okumayı biliyorum. Bu yüzden benim için sıkıntı olacak tek kısım kullanılan dilin farklı farklı lisanların karması olmasıydı. Anlaşılan yazar Bayan Zevza, el yazmasındakilerin çok önemli ve gizli olduğunu düşünüp herkesin anlayabileceği şekilde yazmak istememiş. Farklı evrenler, bu evrenlerden yaratıklar, büyüler ve iksirler anlatılmış; bunlar da illüstrasyonlar ile desteklenmişti. Yanlarına notlar alınmış, ufak tüyolar verilmişti. Bunlar da bana yazarın aslında bir defter tuttuğu, kitap yazmak amacıyla kalem oynatmadığı hissiyatını vermişti. Birkaç tane de hikaye vardı, aslında oldukça ilgi çekici ve ilginç duruyorlardı ama benim uykum vardı. Sayfalarda göz gezdirerek, tam olarak okumayıp hızlıca geçerek kitabın son sayfasına geldim. Bu sayfa, diğerlerinden daha kalındı. Biraz kıllanınca defteri kaldırıp ışığa tuttum. Az önce görünmeyen yazılar gün çıktı. Zevza yaz şeyi kimse okumasın diye kağıtları birbirine yapıştırmıştı. Kenarından tutup iki yapışık sayfayı işaret ve baş parmağım arasına sıkıştırıp ovaladım ve ayrıldıkları açıklıktan kağıtları birbirinden dikkatlice ve zarar vermeden ayırdım. Aşırı aşırı eski olduğu için bu çok zor olmuştu. Bu kadar büyük bir zahmetlerle açtığım yerde "Şövalye ve Geçit Kehaneti" adı verilen bir ön deyi ile bulunuyordu. Tam kehaneti okuyacağım sırada defterden daha önce fark etmediğim bir şey düştü, açıp bakınca katlanmış kağıdın büyük bir harita olduğunu gördüm ancak zamanımı ve odağımı daha çok merak ettiğim kehanete verdim :
"Su yanabilir;
İnsanlar canavar,
İblisler kral,
Kehanetler kader,
Kader lanet,
Gece, şövalye olabilir.
Birisi geçidi açıp
Büyüye özgürlük kazandırabilir.
Tüm suç onun olur,
Kimse onu suçlamaz.
Gece, şövalye olabilir.
Geçitler bir daha kapanmayacak,
Dünyalar birbirine karışacak,
Yaratıkları kimse tutamayacak,
Düzen bir daha asla geri gelmeyecek.
Huzurlu rüyalarınızı unutun ey insanlar,
Kabuslar yakanızı bırakmayacak.
Gece, şövalye olabilir.
Ama olmayacak..."
O değerli antika vazolardan birisi kendiliğinden düşüp kırıldığında bir şeylerin ters gittiğini anlamalıydım ama anlamadım. Odadaki pencereyi açtığım için içeriye giren rüzgar narin seramik eserin dengesini bozmuş olabilirdi sonuçta, bu gayet normaldi. Bir saniye, ben pencereyi falan açmamıştım ki? Nabzımın ani hızlanışı boynumda bir gıdıklanma oluşturdu. Dikkatimi toplamak için büyük bir çaba verip kalan son üç dizeyi okudum :
"Sen. Sen. Sen.
Bunu okudun.
Olacakların hepsi senin suçun." Ardından tablolardan biri yere pat diye düştü. Ne zaman açtığımı bilmediğim pencereden içeriye giren buz gibi hava yüzünden üşümüştüm. Kollarımı ovuşturarak gidip kapattım ve kilidini kitledim. Sandaleye geri dönemedim çünkü el yazmasının üzerinde bulunduğu masa bir depremdeymişçesine sallanıyordu. Korku tüm bedenimi esir alırken bu kez boy aynası hareket etmeye, tıkırdamaya başladı. Geri geri gidip kapıyı bulmaya çalıştım, bu sırada titreyen aynaya yansımanın düşmesi gereken bir açıda duruyordum fakat gördüğüm çok farklıydı. Aynada öyle bir canavar vardı bacaklarımdan güç boşaldı ve kendimi yerde buldum. Kalın ve kabarık derisi, alev kırmızısı gözleri vardı. Boynuzlara sahipti. Büyük kulakları arada bir kabarıyor, boynundaki solungaca benzeyen yarıklar ortaya çıkıyordu. Hayvana benziyordu ama bir yandan da bildiğim hiçbir hayvanla alakası yoktu. Dev gibi dişleri kan içindeydi ve kükrediğinde aynanın zeminine küçük kırmızı damlalar saçıldı. Sanki ayna bir ayna değil de pencereymiş gibiydi, o yaratık da pencerenin ardındaydı. Bir yandan biriyle savaşıyor gibi görünüyordu, dikkati bende değildi, hatta beni görmüyordu. "Neden ben onu görüyorum o zaman?" diye düşünürken birden canavarın burnu olduğunu tahmin ettiğim yerin biraz üstünde bir kesik oluştu ve oluk oluk kan akmaya başladı. Bu onun sonuna kadar ağzını açıp acıyla bağırmasına yol açtı ve ben boğazının içini ayrıntılı bir şekilde gördüm. Dişlerinin arasına sıkışmış kopuk bir insan elinin varlığı midemi ağzıma getirdi, zorlukla kapı koluna tutunup kalktım. Açmak için tüm gücümü kullandım fakat bu imkansızdı. Sanki biri menteşelerini sıkıştırmış gibiydi. Bir ayağımı duvara koyup kapı kolunu kendimi çektiğimde kırıldı ve ben yere yuvarlandım. Arkamı döndüğümde aynanın arkasında az önce gördüğüm canavarla savaşan bir adam olduğunu ve yaratığın başıyla ona vurduğuna ardından da aynadan fırlayıp odaya girdiğine şahit oldum. Duvara çarpıp düşerken heykellerden birini kırdı, oradan da kalkmadı. O kadar sert bir darbeden sonra ayık kalması mümkün değildi. Aynaya baktığımda tek misafirimin bu adam olmadığını öğrendim. Bu yüzden kalbim hızla adrenalin dolu kanımı vücudumdaki en küçük damarlara kadar pompaladı. Kulaklarım çınlıyordu, beynim uyuşmuştu ve hiçbir şey düşünemez durumdaydım. Korkudan tir tir titrerken kalan son gücümü kendime hakim olup çevik bir hareketle yatağın altına girmeye zorladım. Bunu yaparken yolda kafama çarpan sert bir cisim dikkatimi dağıtsa da başardım. Zaten ben bunu yapar yapmaz odada ses gürültüsü artıp akıl almaz bir şekle büründü. Eşyalar uçuşup bir yerlere çarpıyor ya da düşüyordu, her yer sallanıyordu ve havayı kaplayan mor bir duman yüzünden göz gözü görmüyordu. Bu karmaşaya parelel olarak göz kapaklarımın ağırlaştığını hissediyordum. Nabzım normalin iki üç katı hızda atarken bunun sebebinin sadece uyku olmasını düşünmek için salak olmak gerekirdi. Görüş alanımı sıfıra indiren sis her ne yapacaksa benim tanık olmamı istemiyordu demek ki. Sonra ne mi oldu? Duman galip geldi ve ben de mışıl mışıl uyudum. Uyandığımda ilk başta yatağın altına girdiğimi dahi hatırlamıyordum, kalkmaya çalışırken kafamı çarptım ve o an her şey dank etti! Yerimden çıkarken her şeyin bir kabus olmasını ummuştum ancak ne yazık ki öyle değildi çünkü aynadan fırlayıp evime teşrif eden adam yerde yatmaktaydı! Orta Çağ'dan kalma gibi görünen, kanla yıkanmış savaşçı kıyafetleri vardı üzerinde. Çizmeleri çamur içindeydi, giysilerinin çoğu fikrimce deridendi. Karnında kıyafetlerinin parçalandığı kısımda hiç de iyi görünmeyen bir yara yüzünden yerdeki açık renk parkeler kan gölüne dönmüştü, o canavar ile iyi anlaşamadığı belliydi zaten. Ayağıma bir cam kırığı battığında acıyla parke zemine başımı indirdim. Kırılan pencerenin ve aynanın parçaları yere saçılmıştı. Ayrıca şu savaşçının kılıcı da kitaplığın dibinde, sahibi gibi boylu boyunca uzanıyordu. Bunların dışında odada hiçbir değişiklik yoktu. İçeride kopan kasırgayı, oraya buraya çarpan ve kırılan eşyaları ben mi uyduruyordum yani?
Kırıkları süpürürken büyük bir parçayı elime alıp kendime baktım. Alnımdaki ufak bir yaradan sızan kan yanağımdan aşağıya bir yol çizmişti. Kafama çarptığını hatırladığım şey yapmış olmalıydı bunu. Geri kalan durumu anlatmasam daha iyi çünkü iğrenç haldeydim. Saçlarım karmakarışıktı ve kabarmışlardı. Göz altlarım morarmıştı ve torbalar oluşmuştu.
Kırıklarla işim bittiğinde yerdeki adamı incelemeye başladım. Uyuyor gibi görünüyordu ama huzurlu olduğu söylenemezdi. Açık renk kaşları çatılmıştı, sanırım kabus görüyordu. Ayrıca çok kirli ve kanlıydı. Hilkat garibesi gibi görünüyor olsa da bayağı yakışıklıydı. Benim yaşlarımda duruyordu. Küçük sivri bir burnu, kemikli bir çenesi vardı. Yapılıydı ve yataktan bile uzundu. Uzun saçları neredeyse küllü sarı rengindeydi ve en az benimkiler kadar karışıktı, düğüm düğüm olmuşlardı. Küllü sarı renginde gözükmelerinin de büyük ihtimalle nedeni çamurdan ve temiz olmamasından kaynaklıydı. O an yaşayıp yaşamadığı hakkında tereddüte düştüm ve açıkta kalmış boynuna iki parmağımı bastırdım. Bunu yapmamla yattığı yerden doğrulması, benimde ürküp çığlık atmam ve geri çekilmem bir oldu. Aynadan gördüğüm kadarıyla benim kalem kullandığım kadar iyi kullandığı kılıcı ben taşıyamadım bile. Çok ağırdı ancak ikinci deneyişimde ona doğrultabildim, bunu yaparken elimin titremesi daha büyük bir rezillikti: "Yaklaşma bana!" Sesim korkudan ve göz yaşlarımdan dolayı çatlamıştı. Aman ne güzel! "Kimsin sen-" Cümlemi tamamlayamadan kaburgalarıma beni anında nakavt edecek bir darbe yedim, kılıcı kaybettim. Şimdi Orta Çağ savaşçısı beyefendi, kılıcını boğazıma doğrulmuştu. Hatta metalin sivri uç kısmı boğazıma değiyordu. Yutkunamadım.
"Asıl sen kimsin cadı?" Kalın ve tok sesi pürüzlüydü, çok hoş bir tınısı vardı. "Sensin cadı!" deyip eline tekme attım, savaş aleti tangırdayarak yere düştü. Ayağımla onu uzağa gönderdim, sonra ben ondan uzağa gittim.
"Benden uzak dur!" Çok sakin görünüyordu, benim aksime. Ben az daha korkudan altıma edecektim. "Kimsin sen?! Evimde ne işin var?! Odada ne halt oldu?! O canavar da neyin nesiydi? S-sen nesin asıl?!" "Soruların bitti mi? Cevaplamama izin verecek misin cadı?"
"Evime aynadan fırlayarak girdin, asıl cadı sensin!" "Adım Nos. Evinde sen benim ve benim gibilerin engellemeye çalıştığı kehaneti harekete geçirdiğin için geldim. Geçitler kontrolsüz bir şekilde evrenlerdeki her şeyi birbirine karıştırdığı için gerçeklikte bir dalgalanma ve dengesizlik oldu. Bu yüzden bir patlama oldu. O canavar da bir Ruh Yiyici'ydi. Öldürdüğü canlıların ruhlarıyla beslenirler. Ve ben bir Evrenler Şövalyesi'yim, cadı değilim. Başka bir sorun var mı?" Sinir bozucu bir edayla ekledi. "Cadı." Şok olmuş halimi görünce devam etti. "Anlattıklarım çok mu fazla geldi?"
"Bunların gerçek olması imkansız!"
"Sana hiçbir şey kanıtlamak zorunda değilim ama kendi gözünle aynadan çıktığımı, Ruh Yiyici'yi ve kehaneti okuduktan sonra olanları gördün. İnkar etmen çok acizce." Etrafına bakındı. "Şimdiden etrafa yayılmış olmalılar."
"Neyler?"
"Az önce bahsettiğim canavarlar."
"Neden buradalar?!"
"Son kez söylüyorum, sen kehaneti aktif hale getirdiğinde geçitler evrenlerdeki her şeyi bir birine karıştıracak bir akım oluşturdu. Bu yüzden o canavarlar ve ben sizin dünyanıza düştük. Benim görevim de insanları, geçitleri ve evrenleri korumak. Bu yüzden zavallı insanlarınızı korumak için bu canavarları öldürürken büyük ihtimalle öleceğim. Oldu mu?"
"Tüm bunlar alt tarafı bir defteri okudum diye olmuş olamaz!"
"Alt tarafı bir defter değil, o benim dünyamdaki bir cadının defteri. Kendisi işlediği bir suçtan dolayı kovulunca sizin evreninize geçiş yaptı ancak sizin evreninizde büyü yoktu, tek büyü onun kanındakiydi. Bu yüzden kimse onun dediklerine inanmadı ve ona saygı göstermedi. Bu yüzden sinirlendi ve yalnızca kendi büyülü kanını taşıyanların aktifleştirebileceği bir lanetle dünyanızı lanetledi. Buradan şu sonucu çıkartabilirsin, sen hastalıklı bir cadının kanından geliyorsun ve merakın yüzünden kendi dünyanı geri alınamayacak bir değişime sürükledin. Ayrıca bu benim evrenimde konuşulan bir dil olan Khatçayı duyar duymaz konuşabilmeni açıklar." Farklı bir dil konuştuğumu o söylemeden önce fark etmemiştim. "Bir şey söylecek misin, yoksa ağlayacak mısın?"
"O yarayla bir günden fazla yaşayamazsın."
"Ben sen ve senin halkından iki kat dayanıklı bir soydan geliyorum." Başını eğip yaraya baktı, inleyerek elini bastırdı.
"Bu da iki günün olduğu anlamına gelir."
"Hein'in var mı?"
"O da ne demek?"
"Ben de öyle düşünmüştüm. Yara iyileştirici bir iksir. Aslında dünyana yüksek miktarda büyüyü saldığın için yapılabilir ama yapmayı bilmediğinden eminim." "Tentürdiyot, oksijenli bez ve iğne ipliğim var."
"İş görür."
Yarım saat kadar sonra, salonumda bir koltuğa yayılmış Nos'un yarasını dikiyordum. O da bir yandan bira içip çizgi filmi izliyor, bir yandan da televizyonun bizim evrendekilerin yaptığı en iyi icat olduğunu ve bizim dünyamızın sihrinin bu olduğunu söyleyip televizyonu övüyordu. Hayatında ilk kez televizyon gören biri için bu normaldi sanırım. Işıkları açtığımda da ampulün başka bir lanet olmadığına ve tehlike arz etmediğine onu ikna etmek zorunda kalmıştım. Yarayı bezle sardıktan sonra elimdeki kanı temizlemeye lavaboya gittim. Dönerken perdeyi hafifçe sıyırıp dışarıya baktım. Çok bilmiş Nos hemen yetişti :
"Şu anda güvendeyiz. Ruh Yiyici'ler çıktıkları yuvadan uzak dururlar. Geldikleri yere gönderilmekten korkuyorlar, içgüdüsel bir şey."
"Bir şey soracağım."
"Şaşırmam." Bu adam çok sinir bozucuydu.
"Cidden dünyaya büyü mü saldım?"
"Evet. Ayrıca birçok yaratıkla beraber. Ruh Yiyici'ler, Chupacabralar, Baba Yagalar, Kara Annis ve soydaşları, Koschei... Şanslıysam Dybbuk, Strigoi ve Emegenler inlerinden çıkmamıştır. Ama büyük ihtimalle sorun büyü yapabilip yapamayacağınla ilgiliydi. Ne oldu, aşk iksiri yapıp bir prensi kendine falan mı aşık edeceksin?"
"Büyü yapıp Ruh Yiyiciler'i öldürmende yardımcı olabilir miyim diye merak etmiştim. Neden sürekli bana laf sokma peşindesin?"
"Sorunun cevabı hem evet hem hayır. Kanın buna müsait olduğu için büyü yapabilirsin ancak dünyaya büyü salındığı halde kanı izin vermeyenler sihir yapamaz mesela."
"Peki hayır kısmı?"
"Ben tek çalışırım. Meslektaşlarım olan diğer Evrenler Şövalyeleri ile bile ortaklık ilişkisine girmezken seninle kılımı bile kıpırdatmam. En ufak bir adım atacağımda yaşayıp yaşamadığını kontrol etmekle uğraşacağım bir saksı çiçeğiyle uğraşamam."
"Başka edeceğin hakaret var mı?"
"Bunlar hakaret değil, gerçekler. Ayrıca burada güvendesin de, otur oturduğun yerde."
Başımı yere eğdim :
"Bana olan tüm sitemin o kehanet yüzünden, değil mi?"
"Hiç de bile-"
"O kehanette sen de varsın."
"Bu da ne demek?!" Sinirle kaşları çatıldığında içimdeki cesaret patlak bir balon misali söndü. Kendimi topladım.
"Neredeyse her bölüğün son dizesi 'Gece*, şövalye olabilir.' Yalnızca iki istisna var ve bunlardan birinde de 'Gece, şövalye olabilir ama olmayacak.' yazıyor." "Dürüst olmak gerekirse lanet dünyanızı arkamda bırakıp evine geri dönmeyi düşünmüyor değilim." "Bunu yapamazsın!"
"Nedenmiş o?"
"Çünkü... Çünkü... Sen bir Evrenler Şövalyesi'sin." diye bir kılıf uydurdum.
"Evrenler Şövalyeleri hakkında ne biliyorsun ki?" "Hiçbir şey." Gözlerini devirdi. "Ama kulağa sorumluluk sahibi kişilermiş gibi geliyor."
"Öyleyiz. Beladan ve işten kaçmayız."
"O zaman-"
"Bana bak cadı, burada kalsam bile sen benimle hiçbir yere gelmeyeceksin. O yüzden hiç çabalama." "Sana yardım edebilirim!"
"En kötü zamanda ölerek mi? Daha kılıç tutmayı bile bilmiyorsun."
"Öğretirsin." İnanmamıştı. "Hızlı öğrenen biriyimdir. Ayrıca sihir falan yapıp katkıda bulunabilirim." "Yapmayı bilmiyorsun."
"O defterde yazıyor!"
"Dünyanı lanetleyen defterle tekrar haşır neşir olmak mı istiyorsun? Bu akılla bu yaşa kadar dayanabilmiş olman şaşırtıcı."
"Evrenimi yiyip tüketecek canavarlar ve büyüyü saldım. Daha kötü ne olabilir?"
"Kendini kertenkeleye çevirebilirsin." Yüzü aklına gelen bir fikirle aydınlandı, eğer bir çizgi film karakteri olsaydı kafasının üstünde kesinlikle bir ampül yanardı. "Aslında bu şu an çok çok iyi olurdu."
"Nos, lütfen." En tatlı yüz ifademle yalvardım. "Her şey ama her şey kendi suçummuş gibi hissediyorum-" "Zaten öyle."
"Biliyorum! Bu yüzden bunu düzeltmeliyim. Zevza'nın öngörüsünde her şeyin benim yüzümden olacağı ama kimse tarafından suçlamayacağım yazıyordu. İnsanların ölümüne ve bir felakete sebep olup hiçbir şey yapmamış gibi davranamam. Lütfen!" Bıkkın bir ruh haliye iç çekti be gözlerini kapattı.
"İnatçı rudolfun tekisin." Kıkırdadım.
"Sanırım sizin dünyanızdaki rudolf, bizim dünyamızdaki keçi oluyor."
"Hayır; sizin dünyanızdaki keçi, bizim dünyamızdaki rudolf oluyor."
"Neyse ne." Mutluluk ve umutla dolu bir şekilde sordum. "Bu evet demek mi?"
"Neyse ne."
"Nos!"
"Evet, evet demek."
"İşte bu!' deyip çak yapması için yumruğumu uzattım. Cevap olarak ise küçümseyici bir bakış kazandım ve derin bir nefes alıp verdim. "Neyse ne." Kendi kendine homurdandı. "Bir cadıyla hayatımın en tehlikeli yolculuğunu yapacağım. Aman ne güzel!"
"Bana cadı deyip durma, benim bir ismim var!" "Bildiğimi kim söyledi?"
"Adım Kamer." Onunla tanıştığım saatlerle kısıtlı süre boyunca ilk kez gülümsedi ve bu da küçücük, yamuk bir tebessümden ibaret olsa da insanın içine işliyordu. "Galiba seninle iyi bir ikili olacağız Kamer*." Ben de gülümsedim ancak bu onunkinden daha utangaçça bir gülüştü. Yanaklarım kızarmıştı ve boynuma kadar yanıyordum.
"Güneş ve gündüzden iyi bir ikili olacağımız kesin Nos."
Kamer: Eski Türkçede "Ay" anlamına gelir. Nos: Galcede "gece" anlamına gelir.

Comments