top of page

Kurban ¿2? - Sherlock Holmes Hayran Kurgu

18. Gün: Büyük Kardeş


Dostoyevski 1867 yılında önceden anlaştığı bir yayınevi için roman yazacaktı lakin zamanı kısa, ortada romanı yoktu.

Yirmi altı günde yazdığı "Kumarbaz" isimli romanını Anna'ya yazdırmıştı. Kendisine kâtiplik yaptığı sırada Dostoyevski ona evlilik teklif etmiştir.

Anna, Dostoyevski'yi ve hayatını anlattığı bir kitapta "Öyle göz alıcı bir güzelliğim de yoktu. Ne özel bir yeteneğim ne de sıradışı bir zekâm vardı, düz bir eğitim almıştım. Buna karşın zeki, üstün yeteneklere sahip bir erkekten büyük saygı görüyor, neredeyse tapılıyordum." derken Dostoyevski ise ölürken ona "Seni şimdiye kadar hep tutkuyla sevdim. Hiç aldatmadım, düşüncede bile... " demiştir. ¿?


Annmarie'nin ağzı, çatı katındaki odasının penceresinden dışarıya baktığında karşılaştığı manzara yüzünden dakikalarca açık kalmış ve kendine geldiğinde paldır küldür aşağıya inmesine sebep olmuştu.


Küçük bir hileyle salonun kilitli kapısını açtı ve Sherlock'un sonucunda dava içinde dava alacağı toplantıyı mükemmel bir şekilde bölerek içeri daldı. Ardından hiçkimseyi ve hiçbir şeyi umursamadan pencereye koşup onu açtı, dışarıya sarktı.


Akıllının kendisini bir türlü bulmadığı, delinin götünün dibinden ayrılmadığı John, Mycroft'un sorgulayıcı bakışlarla süzdüğü Annmarie'nin yerine burnunu sıkarak utanıyordu:


"Annmarie... Annmarie! Ne yapıyorsun?"


"Kar yağıyor!" Annmarie'nin aşırı çocuksu sevincini o sırada kardan daha soğuk ve hissiz olan Sherlock'un konuşması takip etti. Gerçi genel olarak öyleydi.


"Bunda bu kadar sevinecek ne bulduğunu açıklayarak bizi aydınlatmaya ne dersin Anna? Almanya'da kar yağmıyor muydu?"


"Hiçbir yerde yağan kar birbirinin aynı değildir çünkü bütün kar taneleri birbirinden farklıdır Sherlock Holmes." diye yanıtladı hâlâ bedeninin yarısı dışarıda olan Annmarie. "Dünyada hiç kar görmeyen, tene verdiği pofuduk ve soğuk hissi hiç alamayan belki milyonlarca insanlar varken bunun nasıl bir ayrıcalık olduğunu anlayamamak sizin kusurunuz."


"Tanıştığıma memnun oldum Bayan Doyle." diyen Mycroft'un memnun olmadığı sesinden çok belliydi fakat fabarmış ve karışmış saçları, saniyeler içinde eriyecek kar taneleriyle kaplanmış ve burnu kızarmış Annmarie; onu umursamadı ve birden pencereden çekilip mutfağa yöneldi.


"Kendime sıcak çikolata yapacağım. Bay Holmes, siz şeker tüketmiyordunuz. Sherlock, sen çikolata sevmiyordun. John? İster misin?" John başını sağa sola sallayarak reddederken üç yetişkin adam da Annmarie'nin, ilk kez tanıştığı Mycroft'un şeker tüketmediği gibi kişisel bir bilgiyi nereden edindiğini sorguluyordu. Genç kadın salona elinde Hello Kitty'li kupasıyla döndü ve esneyerek koltuğuna oturdu. Ardından -kendisine öküzün trene baktığı gibi bakan- İngiliz beyefendilerinin aseletlerini bozamayan meraklarını giderdi. "Ne? Eğer bir kişiye bir bilgisayar ve yeterli zaman verirseniz kilerinizdeki halının altında bulunan kasanın şifresini bile bulabilir Bay Holmes. Ve evet, o kasadan haberim var." Mycroft Annmarie'ye gözlerini dikerek bastonunu yere vurdu.


"Etkileyici. Demek hackersınız, Bayan Doyle."


"Hacker bilgisayar korsanı demektir Bay Holmes, ben yeterli zamanı ve bilgisayarı olan bir insanım sadece." Soğuktan kızarmış ellerini kupadaki sıcak sıvıyla ısıtmaya çalıştı Annmarie. "Ee, yeni vaka mı?"


"Evet ve bu yüzden seni ilgilendirmez Anna." Sherlock birden yerinden kalkıp askılıktan montunu aldı ve hazırlanmaya başladı.


"Ama-"


"Annmarie, bunu konuşmuştuk." John onu kırmak istemiyordu fakat kızın peşindeki kötü emelli insanlardan dolayı -Annmarie bu eve ilk kez geldiğinde- kızın elzem durumlar haricinde evden dışarı çıkmamasına kadar vermişlerdi.


"Ben hakkında endişelenmeniz gereken küçük bir çocuk değilim!"


"Hayır, sen tanımadığın insanların karşısına papatyalı pijamaları ile çıkan ve peşine mafyalar takılmış bir çatlaksın. Ama keşke bir çocuk olsaydın, o zaman seni odaya kitlemek çok daha kolay olurdu."

"Ne-" John ve Mycroft'un sükunetle evi terk ettiği kapıyı kızın üstüne hızla kapayıp arkasından kitledi Sherlock. "Hayır! Sherlock! SHERLOCK! Kapıyı aç seni sürtük!"


Sherlock, ağabeyi Mycroft'un kendisinden çözmesini istediği cinayetin işlendiği müzede -danışman dedektiften çok önce olay yerine intikal etmiş- Annmarie ile karşılaştı. Mycroft kardeşinin kulağına:


"Anlaşılan kapıyı iyi kilitleyememişsin." dedi. Annmarie son derece enerjik bir şekilde yanlarına geldi.


"Kilitli bir yerden çıkmak için ne anahtara ne de kardeşinizin kapıyı açmasına ihtiyacım var Bay Holmes."

"Peki gideceğimiz yeri öğrenmek için neye ihtiyaç duydunuz Bayan Doyle? Telefon dinleyici? GPS?"


"Ulusal Galeri'ye gelen yeni resimler için yapılan açılışta galeri müdürünün öldürüldüğünü söyleyen bir haber sitesine, yalnızca haber sitesine." Mycroft ve Sherlock'un hızlı adımlarının bilerek arkasında kalan John ve Annmarie yumruklarını tokuşturdu.


Galeri müdürü bu işten para almayan, gönüllü iş adamı Lion Eastlake'di. Yeni eserlerin açılışında konuşma yaptıktan sonra kalabalıktan ayrılmış ve Sainsbury Kanadı'nda bir hizmetli tarafından ölü bulunmuştu.


Londra'daki Ulusal Galeri'den bahsedecek olursak kuruluş süreci 1824 yılında İngiliz hükümetinin, banker John Julius Angerstein'ın koleksiyonunu satın alması ile başladı ve heybetli bina 1824 yılında yapıldı. Lion Eastlake'in boğularak öldürüldüğü Sainsbury Kanadı da 1991'de postmodern mimarlardan Robert Venturi binaya simetriyi bozmamaya dikkat ederek ekledi.


Sergilenen eserlerin çoğunlukla Doğu medeniyetine ait olduğu Sainsbury Kanadı'nda olay yerinin girişinin önünde Sherlock eliyle Annmarie'nin geçişini engelledi. Annmarie ona "Yine ne var?" dercesine bir bıkkınlıkla baktı:


"Suç mahalline geldik Anna-"


"Yani?" Sözü kesilen Sherlock tehditkar bakışlarıyla kadına yaklaştı.


"Yolculuğumuz buraya kadardı, sen içeri girmiyorsun."


"Ama yardım edebilirim Sherlock! Sizi tanıdığımdan beri bu size verilen üçüncü vaka ve ben diğer ikisinde sizinle gelmek için ısrar ettim mi?"


"Evet."


"Tamam ama bu kadar ısrar etmedim." Annmarie Doyle, tam bir inatçı keçiydi. "Burası benim alanım Sherlock, bırak yardım edeyim-"


"Suç mahallindeyiz aptal kadın, burası benim alanım!" Az sonra gözlerinden ışın atıp birbirlerini patlatsalar John şaşırmazdı, ortam o kadar gerilmişti.


"Burası yalnızca senin lanet olası suç mahallin değil Sherlock Holmes, burası bir müze!"


"Biraz sakin mi olsak..."


"SEN KARIŞMA JOHN!" John'a aynı anda bağıran Sherlock ve ona kafa tutan genç kadını hayretler içinde izliyordu Mycroft ile John.


"Bir iddiaya ne dersiniz?" Annmarie birden sakinleşmişti. "Bu vakayı bana verin, yarım saatten kısa bir sürede tek başıma çözemezsem bir daha siz 'erkeklerin' işine karışmayacağım fakat çözersem hepiniz benim hakkımda yanıldığınızı kabul edeceksiniz."


"İddia kabul edildi." Sherlock Annmarie'nin üstünde psikolojik baskı kurmak için gözlerini kısarak ve ona olabildiğince yaklaşarak kıza baktı lakin beklediği tepkiyi alamadı. Annmarie göz kontağını bozmamış ve kendine son derece güvendiğini belli eden -dudağının sağ tarafının yukarı doğru kalkması- bir mimik sergiledi. Annmarie Sherlock'tan korkmamıştı ve onun denediği yöntemden etkilenmemişti.


Yanından bir an bile ayırmadığı çantasını daha sıkı tuttu ve beyaz bir gömleğin içine giydiği, kalın askılı siyah elbisenin uzun eteğini savurup kalın topuklu botlarını zemine vurarak içeri hışımla girdi.

Onu ilk kez gören ve gazeteci zannettiği için durdurmaya çalışan Lestrade'yi görmezden gelerek cesedin yanına vardı Annmarie, müfettişe açıklamayı -Sherlock ve Mycroft Annmarie'yi hayalet gibi izlediklerinden dolayı- John yaptı:


"Hanımefendi bu suç mahalli henüz halka ve medyaya açılmamıştır, giremezsiniz..." John, ne yapacağını bilemediği için cümlesini yarım bırakan Lestrade'nin omzuna teselli edercesine birkaç kez vurdu.


"Bunun için üzgünüm ama ona da Sherlock'a alıştığın gibi alışman gerek çünkü bir süre daha buralarda olacak."


"İyi de o kim?!" Lestrade sorusuna cevap vermeden kızın ve Holmes'ların yanına giden John'un arkasından karışmış kafasını elleri arasına aldı.


Adamın önünde öldüğü, 1702 tarihli "İstanbul'da Günbatımı" tablosunun tam karşısında durdu ve hem galerinin müdür yardımcısı hem de Lion'ın en yakın arkadaşı Frederick Hone'a sordu Annmarie:


"Tabloların yeri ne kadar sıklıkla değiştiriliyor?"

"Siz onlardan mısınız-" Frederick, polis gibi görünmeyen kadından ürkmüştü.


"Tabloların yeri ne kadar sıklıkla değiştiriliyor veya temizleniyorlar?" Sesinin tonu o kadar soğuktu ki cevap vermemeyi göze alamdı Frederick.


"Bölümlerine yeni eser gelmedikçe yerleri değişmiyor. Yerler yarım satte bir, duvarlar her akşam siliniyor ama eserler yılda iki kez temizleniyor."


"Bu bölüme yeni eser en son ne zaman geldi?"


"İki yıl önce."


"En son ne zaman temizlik ne yapıldı?"

"Beş ay kadar oldu sanırım. Bunları neden bana soruyorsunuz-" Korkak adamın tekiydi Frederick.


"Çünkü bu eserin yeri değiştirilmiş." Güneş görmediği için tablonun altında oluşmuş daha koyu renk dikdörtgen şeklin köşeleri, eser duvarda yamuk durduğu için ortaya çıkmıştı.


"Biri çarpmıştır?"


"Hayır, sabah açılış yapıldı ve herkes oradaydı. Açılıştan sonra buraya gelen ilk ve tek kişi de Bay Eastlake'di, o da öldürüldü ve hizmetli tarafından bulundu. Yani akşam milimetresine kadar düzeltilen tabloları yerinden oynatabilecek kimse yoktu."


"Kurbanla katil boğuşurken çarpmışlardır?" Bu teori John'a aitti.


"Kurbanın vücudundaki tek iz boğazındaki boğulma izleri, boğuşmaya dair hiçbir belirtinin olmaması da ayrı bir konu tabii." Annmarie İstanbul'da Günbatımı tablosunu asılı olduğu yerde çıkarttı. "Peki neden bu tablo?"


"Bayan Doyle, tuttuğunuz şeyin milyonlarca sterlin değerinde bir antika olduğunun farkındasınızdır umarım."


"Sevgili Mycroft Holmes; size parasını dert ettiğiniz kadar kültürel ve sanatsal değerinin farkına varmanızı tavsiye ederim. Kendisi 1702 yılında Kaleli İshak Bey tarafından İstanbul'da yapılmış, çok nadide ve önemli bir eserdir." Dumur olan Mycroft kızı küçümsercesine çenesini buruşturdu ve çenesini yukarı kaldırdı. "Ama onu asıl önemli yapan Osmanlı medeniyetinin sayılı porte resimlerinden ve biricik olmasıdır." dedi tuvali nazikçe -dokunuşu kadar tüy gibiydi ki canlı bir tane dokunsa dokunduğu kişi onu hissettmezdi- çerçevesinden çıkartırken.


"İyi de o bir manzara resmi..." John gördüğünü sorguluyordu artık.


"İşte burada..." Annmarie odadaki herkesi şoka uğratacak bir hareket yaparak tuvalin üstündeki akrilik boya katmanını tek hamlede kenarından tutup çekerek soydu.


"SEN NE YAPTIĞINI SANIYORSUN!" Frederick "milyonlarca lira değerindeki" tablonun yırtıcını zannetmişti ve az daha kalp krizi geçirecekti ama hayır, Annmarie tabloyu berbat etmemişti. Sadece asıl resmi, onu gizleyen üst katmandan kurtarmıştı.


"Kaleli İshak Bey, yaşadığı dönemde ünü Osmanlı sınırlarını aşmış bir ressamdı. Bu yüzden İngiltere ile kurulan dostluk ilişkileri pekiştirileceği zaman ağırlanan konuklarla tanıştırılacak sanatçıların başında yer almıştı.


Ünlü ressamın bir yıl kadar süren bu etkinliklerden bir an bile ayrılmamasının padişah buyruğundan daha özel bir sebebi vardı: Kaleli İshak Bey, İngiltere'nin en zengin tüccarlarından biriyle 'ailesinin stratejisi' yüzünden evlenmiş Leydi Sunseth'e* aşık olmuştu. Fakat o günün şartlarında Osmanlı topraklarında yaşayan, Müslüman bir ressamla İngiltere kraliyet ailesine en yakın ailelerden birinin gelinin birlikte olması imkansızdan öteydi. Durumu kabullenen İshak, sevgilisi ülkesine dönmeden kısa bir süre önce bu resmi yapıp Sunseth'e onu unutmaması için hediye etmiş. Osmanlı'da porte resmi yapmanın günah sayılması ve katiyen yasak olmasından dolayı kadın; Osmanlı'dan çıkana kadar yakalanmasın, ülkesine döndüğünde üst katını soysun diye yağlı boyayla yaptığı alt katmanın üzerine yağlı boyayla karışmayan ebruyla İstanbul manzarası yapmış.


Sunseth İngiltere'ye döndüğünde üst katmanı, hayatının aşkıyla geçirdiği o yılı unutmamak için soymamış. Ölene kadar baş ucunda tuttuğu tablo, ölümünden yıllar sonra ailesi tarafından Ulusal Galeri açılınca galeriye bağışlanmış.


Neredeyse bir asır boyunca galerinin duvarında sessizliğini ve çiftin sırrını koruyan tablo, 1823 yılında çalındı..."


"Bu doğru değil!" Frederick bir anda atlamış ve kızı bölmüştü, Annmarie ona cevabını verdi.


"...ve bunu son derece dominant müdürlerine belli edip kovulmak yerine görevliler bir ressam bulup tablonun yerine bir kopyasını koydular ancak orjinal eserin iki katlı oluşundan sanat ve müze dünyasının yüzde yetmiş beşi gibi habersizlerdi. Böylece nerede olduğu belirsiz orjinal eser kayıplara karıştı ve unutuldu."


"Ama işte burada!"


"Çünkü biri, onu eserin aslıyla değiştirdi."


"Kim bunu neden yapsın ki?"


"Kendindeki eserin kopya olduğunu zanneden ama aslında orjinal esere sahip olan, orjinal zannettiği müzedeki tabloyla kopya zannettiği elindeki tabloyu değiştirmek isteyen ve resmin iki katlı olduğundan bihaber olduğu için hangisinin orjinal olduğunu kontrol edebilmekten yoksun bir hırsız. Aynı zamanda galerideki tüm güvenlik kameralarını kapatabilecek, hizmetlilerin çalışma düzeninden dolayı yarım saati olduğunu ve buradan nasıl kimseye hissettirmeden tüyüleceğini bilecek kadar da galeriye hakim biri kendisi."


"Ne?" John burun kemiğini iki parmağı arasında sıkıştırdı. "Sanırım az önce beynim yandı."


"Aslında o kadar karışık değil." Annmarie; altın sarısı, uzun saçları omuzlarından kollarına ve koltuğa dökülen, süt beyazı tenli kadının odakta olduğu resmi önce çerçevesine, sonra duvara yerleştirdi. "Bay Hone, arkadaşınızda bu sabah değişik, tuhaf bir şeyler sezdiniz mi?"


"Ben... Bilmiyorum." Frederick hafızasını zorladı. "Gözleri kıpkırmızıydı, başı ağrıdığı için ilaç istemişti ve konuşma yapmadan önce de kustu. Ama bunları konuşma yapacağı için heyecana vermiştim."


"Tam tahmin ettiğim gibi."


Annmarie, çantasından çıkardığı şırıngayı cesedin kolundaki damar yoluna batırıp aldığı kanı çalkaladı. Ardından odadaki pencerenin yanına gitti ve camı açıp iğnedeki kanı oraya boşalttı.


Kimse ne halt yediğini, amacını anlamamıştı.

Tekrar cesedin yanına gelen Annmarie, bu kez kurbanın üzerindeki cesedi ve gömleği çıkardı.

Annmarie'nin ne yaptığını kendisine soran sayısız insana John'un hiçbir cevabı yoktu. Resmen başına ikinci bir Sherlock gelmişti.


Annmarie'nin makasıyla kurbanın derisini keseceği yerde üstündeki plastik deriyi kesmesi ve yüzüne kadar her yerini kaplayan sahte deriyi kaldırıp kurbanın aslında Lion Eastlake olmadığını gözler önüne sermesi; odadakileri ikinci bir şoka uğratmıştı:


"Bu herif de kim?"


"Arkadaşınız Bay Eastlake yerine geçen kimliği belirsiz bir adam, Bay Hone. Plastik makyaj, nerede görsem tanırım."


"Bekle, bekle." John buna inanamamıştı. "Nerede görsem tanırım, da ne demek oluyor? Odaya girdiğinden beri onun Lion Eastlake olmadığını biliyor muydun?"


"Biraz şov yapmak benim de hakkım değil mi?"


"Ben..." John kollarını birbirine kavuşturup olduğu yerde daire çizdi. "Ben sana diyecek söz bulamıyorum."


"O zaman arkadaşım nerede? Lion nerede?"


"Tahminimde yanılmıyorsam orjinal zannettiği ucuz bir replikasıyla birlikte." Annmarie mavi lateks eldivenlerini eline geçirip odanın ortasındaki koltuğa doğru yürüdü ve altından bir dosya çantası çıkardı. "Daha iyi bir yere gizleyebilirlerdi."


"Bu... Bu Lion'ın kullandığı özel yapım çantalardan!" Kilidi kırılan çantadan desteler halinde sterlin döküldü.


"Yerde yatan bey, Lion Eastlake tarafından kendi yerine geçmesi ve onu oluşabilecek her türlü ihtimalde şüpheli listesinden uzak tutmak için tutulmuş bir profesyonel. Bunu plastik makyajından ve yaptığı ölü numarasının doktorları kandırabilecek derecede olmasından anlayabilirsin."


"Ölü numarası mı? Adam ölü! Kalbi atmıyor, nefes almıyor!"


"Hayır değil." Annmarie tezini kanıtlamak için pencerenin önüne döktüğü hemolize olmuş kanın etrafına toplanmış ölü karıncaları gösterdi onlara. "Delibal arıların Beyaz ormangülü ve Kafkas ormangülü çiçeklerinden elde ettiği, halk arasında 'bal tutması' denilen olaya sebep olan zehirli bir baldır. Belirtiler, delibaş tüketildikten en fazla bir buçuk saat sonra kendini göstermeye başlar. Bu belirtiler Bay Hone'un kendi ağzıyla söylediği gibi cildin ve gözlerin kızarması, mide bulantısı ve kusma, baş ağrısı veyahut dönmesidir. Bu yan etkileri doktora gidilmediği takdirde bilinç kaybı, ciddi kalp ritim bozukluğu, nefes alış verişte zorlanma ve aşırı tansiyon düşüklüğü takip eder. Yani en iyi doktorları bile şaşırtabilir."


Annmarie, yerde yatan işbirlikçiyi hastaneye götürmek için odadaki kişilerin bir kısmı gidince -artık John'un sihirli olduğuna inandığı- çantasından bir pudra çıkardı. Tozu duvarlara ve yere üflemeye başladı.


Lestrade, genç kadın hakkında soru almaktan bıkan John'a fısıldadı:


"Ne yapıyor bu?"


"Hiçbir fikrim yok." Mycroft, kim olduğu bilinmeyen birine açtığı telefonda emirler yağdırıyordu.


"..elinde olağadışı boyutlarda büyük bir çanta olması ve yüzünü gizlemeye çalışıyor olması muhtemel. Her yere fotoğrafını ve bilgilerini yayıp onu bulun-"


"Aslına bakarsanız Bay Holmes..." Annmarie duvarda bir yeri yokluyordu, arkasına dönmeden konuşmuştu. "Yanılmıyorsam kendisi buradan hiç ayrılmadı."


"Efendim? Doğu'nun en ünlü tablolarından birini çalıp galeriden ayrılmadığını mı söylemeye çalışıyorsunuz Bayan Doyle?"


"Eminim bunu söylememi ve benimle dalga geçmeyi çok istiyorsunuz lakin başka sefere. Galeriyi avucunun içi gibi bilen ve diğer konuşmalarından izlediğim kadarıyla ileri derecede astımı olan Lion Eastlake, şu anda 1991'de Robert Venturi'nin Sainsbury Kanadı'nı yaparken oraya buraya serpiştirdiği ve yirmi yıldan fazladır hiç açılmamış gizli geçitlerden birinde oksijen ekliğinden dolayı siz deyin bayıldı, ben diyeyim öldü." Pudranın içine girerek deşifre ettiği gizli bölmeyi bulup geçidi açtı Annmarie. "İşte burada!"


Annmarie, çantasını ve eşyalarını toplayıp arkasında ağzı açık kalmış bir grup memur, doktor ve Holmes bırakarak odadan ayrılmadan önce Sherlock'a orta parmak çekti.


¿?


Sunseth*: Günbatımı

 
 
 

Recent Posts

See All

Comments


  • Pinterest
  • Tumblr Social Icon
  • Instagram

©2020 by Kelime Ressamı. Proudly created with Wix.com

bottom of page