top of page

Büyünün Doğuşu #3#

İçimde tuhaf bir his var.

Nedenini bilmiyorum ama sanki evden ayrılmak istemiyormuş gibiyim.

Korkmakla ilgisi olduğunu düşünmüştüm başta, fakat bununla bir alakası yoktu. Cidden.

Nos'a bundan bahsetmedim. Ondan çekiniyor olmamın çok da iyi bir şey olmadığının farkındayım ancak kendime engel olamıyorum. Tamam iyi biri olduğu kesin ancak sonuçta bir yabancı. Ayrıca beni ürkütüyor ve kırıyor, küçümsüyor. Bunlar da ona karşı tam manasıyla dürüst olamamamın sebeplerinden.

Sonuç olarak rahatsızlığımı saklamak için kendimi hazırlığa verdim. Yolculuk için bana en lazım olacak şey içinde rahat hareket edebileceğim, dövüşebileceğim, sağlam bir pantolondu ve o bende yoktu. Ta ki sihirli çatı katına bakana dek.

Artık evin canlı olduğuna ve bana istediği şeyleri gösterdiğine ya da göstermediğine inanmaya başlamıştım. Çünkü az önce orada olmayan şeyler biraz sonra beliriyor, bazı odalar kaybolup ortaya çıkıyordu. Evin son numarası da tam aradığım gibi bir pantalonu karşıma çıkartmaktı. Esnek ve yırtılmaz -büyük ihtimalle de yanmaz- deriden olan dar pantolonun Zevza'ya ait olup olmadığını düşünemeden edemedim çünkü hayatımda hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştım.

Pantalonun üst beden takımını da giydim ancak cephede savaşmama dakikalar kalmış gibi görünmek istemiyordum. Bunun için hepsini  terzi olan eski ev sahibinin özel, pamuklu kumaştan masa örtüsünü kesip dikerek yaptığım, eteği dizlerime kadar gelen bir gömlekle sakladığımda hazırdım. Beni görecek kişilerin tam tekmil hazır olduğumu bilmesine gerek yoktu.

Ufak bir çantaya yalnızca gerçekten gerekli olacak eşyalar koyup alt kata, Nos'un yanına indim. Onun toparlanması zaten yüzde doksan toplu olduğundan çok kısa sürmüştü, benim aksime "Sonunda." diye homurdandı. "Daha değil." İnanmaz bir şekilde bıkkınlıkla baksa da yapmam gereken son bir şey vardı. "Bu acil bir şey." deyip salondaki aynanın karşısına geçtim. "Senin süsünü püsünü sergileyebileceğin yerlere gitmeyeceğiz saksı çiçeği, umarım biliyorsundur." "Tabii ki biliyorum, makyaj falan yapmayacağım zaten." Ona sitem edecek ruh halinde değildim. Bundan dolayı aldırmayıp makas tutan elimin hüzünle titreyişine engel olup saçıma yöneldim. "Saçlarımı keseceğim. Onları yıkamayla, taramayla, toplamayla uğraşamayacağıma göre bu kadar uzun olmalarının gereği yok." "Makası ver." "Ne?" "Makas." dedi net ve bekletilmek istemediği belli sesiyle. Ona keskin aleti verdim. Parmakları saç tutamlarım arasına daldı.

Saniyeler içinde kalçama kadar gelen saçlarım, omzuma değmekte zorlanacak kadar kısaldı. Yere bakıp ayaklarımı gıdıklayan koyu kahve, neredeyse siyah tüylere buruk bir tebessümle veda ettim : "Oldu mu?" "Evet." Saçlarımı mükemmel bir hizada kesmişti. Kapıdan çıkıp ayakkabılarımızı giyerken bunun nedenini öğrenme kararı aldım. "Bir şey soracağım." "Şaşırmam." Gözlerimi devirdim. "Saç kesmeyi nereden öğrendin? Çok iyi kestin." "Dört yüz yılı aşkındır yaşıyorum ben, bırak da öğreneyim." "Harbi mi?!" dedim şaşkınlıkla. Dört yüz yaşında durmadığını, aslında benden çok çok büyük durmadığını garanti edebilirdim. "Benim dünyamda zaman farklı işler, ayrıca sizin insanlarınızdan da farklıyız." Elini kıyafetindeki ceplerde gezdirip bir şey aradı. "Üstüne bir de Evrenler Şövalyeleri'nin uzun ömürlü olmaları için yapılan işlemleri ekleyince sonuç bu oluyor. Gördüğün üzere." Aradığı ve bulduğu şey bir pusulaydı. "Ne tarafa gidiyoruz?" "İçme suyunun nereden geldiğini biliyor musun?" "Göl, ırmak ya da baraj." "Hangi göl, ırmak ya da barac?" "Baraj." diye düzelttim ve öldürücü bakışlarla karşılaşarak sustum. Kasaba haritasını çantadan çıkarıp inceledim. "Burada baraj ve ırmak yok, sadece üç tane göl var. Ama bildiğim kadarıyla yalnızca birinin suyu, içilebilir su. O da..." Ortalama bir hesap yaptım. "Yürüyerek üç günde varırız. Biraz tepede ve kuzeyde çünkü-" "En fazla bir gün içinde orada olmalıyız." diyerek beni susturdu. "Hızlı ol saksı çiçeği yoksa seni arkada bırakır giderim." Sinirle cevap yetiştirecekken tekrar lafımı ağzıma tıktı. "Yolda gevezelik eder, çirkeflik yapar, sinirimi bozarsan da seni bırakırım. Sus ve uslu bir saksı çiçeği ol." Lanet olası Nos.

Açıkçası çevrenin ne durumda olduğunu görmek beni sevindirmemişti.

Çoğu ev yıkılmıştı, yıkık olmayanlar ciddi zararlar görüp çatlamıştı ve içindeki tek tük insanlar perdeli pencerelerin ardından dışarıya kaçamak bakışlar atıyorlardı.

Koca koca ağaçlar yerlerinden sökülmüş, sökülmeyenlerin üzerinde iç organlar sallanıyordu. Ortalıkta iğrenç bir çürük kokusu dolanıyordu. Toprak o kadar yumuşamış ve kararmıştı ki bir cesedin üzerine bastığımı dahi fark etmemiştim.

Yeterince berbat şey gördüğümü düşünürken yol kenarında yürüyen yaşlı bir adam bunun aksini kanıtladı. Sağ göz yuvası boştu, yüzünün o tarafı da kanlar içindeydi çünkü çıkarttığı gözünü yiyordu. Bir yandan da kırmızı dişleriyle gülüyordu.

Vücudum karıncalanırken Nos'a yaslandım, Bacaklarım tutmuyordu. Anlamış olacak ki beni bir ağacın yanına yönlendirdi. Ağaca dayanıp kustum. Ardından ağzımı sildim ve mide bulantımın geçmesini bekledim ancak ne uçan akbabaların ne de ağaçta asılı organların yardımı oluyordu : "Kimse bu kadar kısa sürede kendi gözünü yiyecek kadar acıkmaz. Ruh Yiyiciler onu delirtmiş olmalı." Ağzımı mataradan aldığım bir yudum suyla çalkalayıp tükürdüm. "Ruh Yiyiciler mi delirtmiş?" "Evet. Eğer Ruh Yiyiciler bir canlının ruhunu tamamen alırsa o kişi ölür ama olur da ruhun tümünü tüketmezse işte ortaya bu adam gibi delirmiş kişiler çıkar. Ancak bunu çok çok nadiren yaparlar, yemeklerini yarıda bırakmalarını sağlayabilecek tek bir şey vardır." "Neymiş o?" "Etobur canavarlar tarafından tehdit edilmek." diye yanıtladı beni. "Doğru yoldayız."

Güneşin mesaisi bitiyor, hava kararıyordu. Büyük yıldızlar görünmeye başlamıştı, Ay da dolunay evresindeydi ve bulutsuz gökte tabak gibi görünüyordu.

Epey yürümüştük ve artık bacaklarım ağrıyordu ama hâlâ göle varmadığımızdan "Duralım." diyemedim. Umarım Nos derdi ancak kendisi hiçbir yorgunluk belirtisi göstermiyordu yani göle kadar öyle ya da böyle dayanacaktım.

Sonra birden durdu ve onu arkasından ilerleyerek takip ettiğim için yeterince erken duramayıp sırtına çarptım. Bana döndü ve ne olduğunu anlamaya çalışarak ona baktım : "Göle ne kadar kaldı?" Harita üzerinde birkaç hesaplama yaptım. "Bu hızla gidersek... Sanırım..." "Bir günden az mı?" "Kesinlikle. Yarım gün bile olmayabilir." "Şurası neresi?" deyip terk edilmiş bir moteli gösterdi. "İnsanların para ödeyip birkaç gün kaldıkları kiralık odalardan oluşan bir ev. Terk edilmiş görünüyor." "O zaman orada bir gece geçirebiliriz." "Neden? Yolumuz çok az kalmıştı!" Güldü.  "Beni kandırmaya mı çalışıyorsun? Az sonra yere yıkılacak gibi görünüyorsun." Hey!

Onun bu kadar yürümeye rağmen hâlâ dimdik ayakta olması ve benim hilkat garibesi gibi görünmem hiç adil değildi!

Motel tam da tahmin ettiğim gibi bomboştu. Dışını destekler biçimde de darmadağınıktı. Her şey her yerde ve pislik içindeydi. Duvardaki çatlaklardan birinde fare gördüğüme yemin edebilirim. Ayrıca burnumun direğini sızlayacak kadar berbat bir rutubet ve is kokusu tüm motele hakimdi.

Midem tekrar ağzıma geldi ve kendimi bulabildiğimiz en dayanılır durumdaki odaya zor attım.

Bu odanın diğerlerinden farkı daha az kir pas içinde olması, fare ciyaklamalarının duyulmaması ve yatak çarşafının temizliğiydi. Burnum da artık kokuya alışmıştı, ilk anlardaki kadar rahatsız olmuyordum.

Nos gün doğarken başladığımız yolculuğun ilk gününü, üzerindeki ağır zırhtan ve üst içliğinden kurtulup kendini yatağa atarak gün batarken sonlandırdı. Odada tek yatak olduğundan ben de gömleğimi çıkartıp yanına yattım ve ona arkamı döndüm. Gülerek benimle alay etti.

Başka ne yapacaktım? Adamın karın kaslarını mı dikizleyecektim?

Hayır Kamer. Tabii ki de hayır.

Arkamdan onun sesini duydum. Daha çok kendi kendine konuşuyordu : "Dolunay... Bu şanssızlık demek." "Neden?" deyip birden döndüm ona. "Dolunay ne zamandan beri şanssızlık belirtisiymiş?" "Sana bir şey diyen mi var saksı çiçeği?" Homurdanarak sırtımı çevirdim. "Benim inancımdan gelen bir şey."

Her ne kadar dün "Mitra'ya yemin ederim..." dediğinde bunun inancıyla alakalı olduğunu tahmin etsem de onda bir dine inanacak tip olduğunu söylemek zordu. Tamam; bu işler tipe bakmıyordu ama o daha çok bir kitabın, filmin korkusuz ve vurdumduymaz karakteri gibiydi: saf iyi olmaya gerek duymayan çünkü onu bununla yargılacak biri olduğunu düşünmeyen...

Merak boğazımı tırmalıyordu, susamadım : "Mitra, inancınla ilgili bir isim miydi?" "Evet." Farklı dinlerin hikayelerini dinlemek gerçekten hoşuma giderdi, bu yüzden onu bu konuda konuşturmak istedim fakat Nos'un ketumluğu karşısında çenemi kapadım. "Ne soracaksan sor." "Gerçekten mi?" Yatakta doğruldum, bağdaş kurdum ve ona baktım. "Yarın beni yol boyunca tek kelime etmemen şartıyla." Kahretsin, çok ağır bir şarttı bu! "Kabul!" Başıma ne geldiyse merakım yüzünden geldi zaten. "Başka tanrı ve tanrıçalar var mı inandığın dinde?" "Nagusia, ana tanrıça. Nagusia'nın kızları Mitra ve İlarga. Mitra yaratıcı tanrıçadır, İlarga büyü tanrıçası. Soyağacının en tepesindekiler bunlar, diğerleri dallanıp budaklanıyor." "Dininde bir kadın mı yaratıcı?" Bildiğim çoğu çok tanrılı dinden farklıydı, feminist duygularımı kabartmıştı. "Nagusia Ana boşlukta daha fazla tek başına olmak istemez, kendine yoldaşlar diler ve ikiz kızları İlarga ve Mitra doğar. Nagusia onlar için yarattığı evreni, yarattığı yıldızlarla süsler ve Mitra'nın ilgisini yaratma, İlarga'nın ilgisini ise yıldızlar çeker. İlarga enerjisiyle büyüyü yaratır, bu sırada Nagusia'nın bir yıldızdan üç çocuğu olmuştur. Bu çocuklardan biri olan mutluluk ve Güneş tanrısı Eguzkia ile Mitra'nın da çocukları olur, kısaca iyiden iyiye kalabalıklaşırlar, anlatmaya çalıştığım bu. Ve Mitra mutluluğu paylaşabilecek daha çok kişi ister, böylece boşluktan asla gece olmayan, güneşi batmayan başka evrenler ve yıldızlardan insanlar yaratır. Yani evet, yaratıcı bir kadın." "Peki sonra ne oluyor?" "Ne ne oluyor?" "Sonra başka bir şey olmuyor mu? Büyü nasıl onların evreninden diğer evrenlere geçiyor mesela?" "Tanrı ve tanrıçaların yaşadığı, ışığın asla sönmediği evrene İzartsoan denir." Kolunu başının altına koyarak destekledi. "İlarga kardeşinin yaratıcılığını kendisi canlı yaratamadığı için kıskanmakta ve bu yüzden insanları hiç sevmemektedir. İnsanların huzurunu nasıl bozabilirim diye düşünür taşınırken aklına büyüyü onlara vermek gelir. Büyü enerjisi değişkendir, dinamiktir ve sürekli gelişir; bu konularda kaosla ortaktırlar. Sonuç olarak, büyüye hazır olmayan, onu kaldıramayacak insanlığın ikisini karıştırması kaçılmaz olmuştu.

Büyü, büyü tanrıçasından çıktığı en saf haliyle bir bebek üzerinde taşındı-" "Cadı soyu..." "Evet. İlk cadı bu şekilde doğdu, ismi de Lilith'ti. Eğer merak ediyorsan. Bir daha sözümü kesme.

Büyü saflığından dolayı her yere olağanüstü bir hızla yayıldı. Mitra bunu fark ettiğinde insanlar birbirini sihir için katlediyordu, bir evrenden diğerine geçip karmaşa yaratıyorlardı. Yaratıcı tanrıça küplere bindi, bunu kardeşinin yaptığını biliyordu ancak onunla gireceği olası bir savaş yalnızca daha çok denge bozardı. Bu yüzden önceliği kullarını kurtarmaktı.

Sihrin birden geri alınması, birden verilmesi gibi insanlarda şoka sebep olur ve sorun çıkartırdı; yani büyünün evrenlerde kalması gerekiyordu. Hem efsunu dünyalardan temizleyebilecek tek kişi İlarga'ydı ve o da temizleyecek olsa kirletmezdi. Böylece Mitra İlarga'ya meydan okurcasına bir bebek seçti ve ona ruhundan üfledi, 'kontrol' gücünü verdi. Akabinde ilk Evrenler Şövalyesi doğmuş oldu: Indartsu. Indartsu büyüyüp güçlenince o ve yandaşları evren evren dolaşıp geçitleri kilitlediler, büyü ve büyücü yayılımını durdurdular. İsyan eden, zarar vermekten vazgeçmeyenleri öldürdüler.

Tabii bu Lilith'in de İlarga'nın hoşuna gitmemişti. Lilith ve cadılar, Indartsu ve Evrenler Şövalyeleri arasında çıkan savaşta cadılar üstünlük sağlayamayınca Lilith İlarga'dan yardım istedi. İlarga bunun üzerine Ölüler Diyarı'nın tanrısı Koak'tan yardım alıp onlara destek olsun diye daha güçlü büyücüler yaratma projesine girişse de o ne canlı yaratacak güçte ne de deneyimdedir. Bundan dolayı yarattıkları büyücüler değil; mutasyon ve evrim geçiren, tuhaf, çarpık hayvansı yaratıklardır. İlarga'nın kalbindeki hasetin, nefretin çarpım dölleri canavarlar.

Bin Bir Gün Savaşları, canavarların ortalığı dağıtmasından kaynaklanan bir beraberlikle biter ancak bu kez Mitra ve İlarga arasında, Bir İki Güç Savaşı patlak verir. Tanrıların büyük çoğunşuğu Mitra'nın tarafında olsa da, kötülük tanrıçası Maltzur, ölüler tanrısı Koak ve saf büyünün İlarga'nın yanında olması büyük bir avantajdır.

Nagusia Ana yetişmese ve gerçekten savaşsalardı ortaya çıkacak yıkımın haddi hesabı olmayacaktı fakat neyseki yetişti. İki kızını yatıştırdı, ana tanrıça olarak barış ilan etti. İnsanoğlu büyünün sahte güzelliğine kapıldığı için asla batmayan Güneş'in hakim olduğu evrenleri, günün belli bir kısmında karanlığa yani geceye mahkum edildi. İlarga da geceye sürüldü. Bir daha Güneş ışığı görmemekle lanetlendiğinden, biraz olsun aydınlanabilmek için Ay'ı yaratır. Ay'ın evrelerine göre güçlendiği, dolunayda en güçlü halini aldığı ve bir gün dolunay olduğu bir gece ve dönüp kıyameti kopartacağı söylenir." "Dolunay bu yüzden mi şanssızlık anlamına geliyor?" "Evet." "Cadıları sevmeme sebebin de anlaşılan-" "Cadılarla, büyücülerle ya da cadılar ve büyücülerle bir derdim yok. Genel olarak büyüden haz etmiyorum ve sizler de büyü içinde yüzüyorsunuz." Sustum, konuşmadım. Yatağa geri uzandım. Gözlerini bir süre benden ayırmadı, beni süzdü. Sonra başını pencereye çevirdi. "Eğer gece, inancınızda insanlığa verilen bir ceza ise neden adını ailen Nos* koymuş?" "Onları hiç tanımadım, bilmiyorum. Evrenler Şövalyesi olacak çocukların doğuşları belirlidir, doğdukları anda akademiye alınırlar." "Doğuşunuz nasıl belli oluyor?" "Ay tutulmasında doğan bebekler Evrenler Şövalyesi olur. Hem her ailenin soyağacı akademide var, ailedeki belli işaretlere ve çıkmış şövalye sayısına göre hangi nesilden kaçıncı çocuğun şövalye olacağı hesaplanabiliyor." "Sonradan Evrenler Şövalyesi olunamaz mı?" "Hayır. Mitra, bir şövalye olabilecek herkesi doğmadan önce seçer. Ailesinde işaret ya da şövalye olmayan bir kişi iyi bir şövalye olacaksa Mitra onun doğumunu Ay tutulmasına denk getirir ve çocuk Şaşkın Şövalye olur. Benim gibi." "Ay tutulmasında doğan ama şövalye olmayan veyahut Ay tutulmasında doğmayıp şövalye olan yok mu?" "Hayır. İstisna yoktur." "Ama-" "İnancımla ilgili soruların için anlaşmıştık, daha fazla boşa konuşacaksan ertesi gün de çeneni kapalı tutmak zorunda kalacaksın."


Nos*: Galcede gece anlamına gelir.
 
 
 

Recent Posts

See All

Comments


  • Pinterest
  • Tumblr Social Icon
  • Instagram

©2020 by Kelime Ressamı. Proudly created with Wix.com

bottom of page