Komutan ve Koruyucu *1*
- Kelime Ressamı

- Apr 6, 2020
- 6 min read
Onların geleceğini, evime gelmek için yolculuğa çıktıkları ilk andan itibaren biliyordum.
Rüzgar onların seslerini taşımış, suyunu içtikleri nehir nerede olduklarının haberini vermişti, Güneş ne kadar ortalığı ısıtsa da yoldaki ailenin en büyük çocuğu Ah-guo'nun sürekli üşüdüğünü söylemişti ancak teni soğuk değildi, resmen yanıyordu ve bir baykuşun ilettiğine göre de sürekli öksürüyordu.
Zavallı çocuk kuşpalazı* olmuştu.
Onun için ağdalanıncaya kadar** kaynattığım keçiboynuzu, bal ve birkaç özel bitkiyle hazırladığım bir ilaç yapmıştım. Bahçeme teşrif edebildiklerinde yüzümde keçi kafatasından maskem, üzerimde deri elbisem; bir elimde çocuğun devası, diğer elimde asamla bekliyordum.
Üç çocuklu, beş kişilik Çinli aile bayılmak üzere bir atın çektiği, dökülen bir at arabasında gelmişti. Yolculukları zorlu geçmiş olmalıydı. Arabayı süren aile babası sarkık yüz derisiyle tam bir çürümüş erik gibi görünüyordu çünkü.
Arabanın yolcu kapısı bir tekmeyle kırılarak açıldı. Rengi atmış bir hanfu*** giyen, ince hatlı bir kadın adama kaldırmaya çalıştığı hasta çocuğunu arabadan çıkartması için endişeli ancak otoriter sesiyle seslendi. Adam çocuğu kucaklarken kadın arabadan inip diz çöktü; ellerini birleştirdi ve oğlunu kurtarmam Çince konuşmaya, daha doğrusu yalvarıp yakarmaya başladı. Konuşmasını bitiremeden yarıda kesildi ve sarsılarak ağlama krizine girdiğinden daha fazla konuşamadı.
Diğer çocuklar da arabadan çıktı; kucağında ağabeylerini taşıyan babalarının arkasına geçmişler, bana kaçamak ve çekingen bakışlar atıyorlardı. Babanın yaşlı gözleri direkt yere bakıyor, bana bakamıyordu bile.
Benden korkuyorlardı.
Eh, bu normaldi. Kendi halkımdan insanlar benden tırsarken Türklerle araları bir türlü düzelmeyen Çinlilerin benden korkması gayet normaldi. Yardım istemek için gelen Çinli insanların benimle arasına dört beş adım mesafe koymasına, ilk geldiklerinde yalvarıp yakarmasına falan alışkındım bu yüzden.
Ayrıca onların gözünden kendime baktığımı düşünürsem ben de benden çok hoşlanmazdım herhalde. Kim yüzünde bir iskelet parçası taşıyan ve oldukça tuhaf giyinmiş birine bayılırdı ki?
Ben ailenin diğer üyelerine kuşpalazının bulaşıp bulaşmadığını düşünürken adam eşine dönüp
Çince bilip bilmediğime dair şüphelerini dile getirdi. Onlara tepki vermediğimden dolayı böyle düşünmüş olması normaldi.
Bunun üzerine berbat bir Türkçeyle konuşmaya çalıştı kadın ancak artık dikkatimi verdiğim o değildi. Asamı yere sapladım.
Yine de hava yeteri kadar sıcak olduğu halde lahana gibi kat kat kürk giyinmiş ufak kızın yanına giderken, anneyi hanfusundan çekiştirip ayağa kaldırdım. Ardından eldivenimi çıkartıp kızın alnına dokundum. Geri kaçmak istese de babası elini sırtına bastırarak buna engel oldu:
"別怕倪,他會幫助我們的。(Korkma Ni, o bize yardım edecek.)"
Kız yanıyordu, annesi öksürüyordu, ortanca oğlan ve baba da aşırı halsiz görünüyordu. Kuşpalazının aileye uyguladığı fetih politikası sonuna kadar başarıyla gerçekleşmişti anlaşılan. Sorun şu ki, ben fethini en ince ayrıntısına kadar planlamış ülkelerin baş belası ve işsiz bir düşman müttefikiyim kuşpalazı; kork ballı keçiboynuzumdan! Pardon, yani benden!
Her şey bir yana, bir an önce kendimi -özellikle ellerimi- ve şu an üzerimde olan kıyafetlerimi yıkamalıydım.
Hepsine yetecek tedaviyi yapmak ve tüm aileyi iyileştirmek bana bir ağacın yarısı kadar keçiboynuzuna, iki haftaya ve bir kazan sirkeye mal olmuştu. Üstelik onların kaldığı misafirevini başkaları gelene kadar sirkeyle silmeye devam edeceğimi hesaba katarsak bir süre salatalarımı sade yemem gerekecekti. Ah lanet olsun.
Yanımda kaldıkları son gün büyük bir ateş yakıp etrafında bir çember oluşturmuştuk. Birlikte tanrının onlardan hastalıkları uzak tutması için dua etmiştik.
Üstümdeki manyak**** ilk geldikleri akşam tek başıma ettiğim iyileştirme duasında giydiğimin aksine çok daha sadeydi ama yine de kızları Ni'nin dikkatini çekmişti. Dua boyunca gözlerini benden ayırmamıştı. Onlar arabaya binerken de bu durum devam edince içimden ona güven vermek adına yanına gidip öne eğilmek ve boylarımızı eşitledim. Bir sorun olup olmadığını sordum. Küçük kafasını kaldırmadan sağa sola sallayıp reddetti. Ben de üstelemedim, yeteri kadar çaba göstermiştim sonuçta. Bundan sonra arkadaşlarına beni canavar gibi anlatırsa da hiç umrumda olmazdı.
Umrumda olmasa da bu an, belki de bininci kez maske kuralımın olmamasını dilettirdi bana. Ona gülümsemek, kısacık bir cümle kurmaktan daha çok güven kazanırdı çünkü.
Aileye el sallayıp evime dönerken önceden çağırdığım beş altı kadar ruha işaret verdim. İlk olarak sakalını kafasında bir topuz yapmış, belden aşağısı balık ve belden yukarısı tavşan olan ruh yola çıktı; hepsi arabanın üstüne oturdular. Buraya misafirlerimi yolculuk sırasında korumak için gelmişlerdi.
Kendi evime dönüp üzerimdeki fazlalıklardan kurtuldum ve yatağa yattım.
Her akşam yatağa yattığımda aynı şeyleri düşünmek beni ilk günkü gibi kırsa da bu alışkanlığımdan bir kez daha dönmedim ve eski hayatımı hatırladığım kadarıyla hayal ettim. Nedenini bilmiyorum ancak garip zihnimi, karmaşık düşüncelerimi ve kırık aklımı bir anlığına da olsa toplaması; bu ritüelin beni insanlığımdan ve insanlıktan kopmamı engellediğini hissetmeme sebep oluyordu :
"Kırık akıl." dedi biri, dışarıdan. Yatakta dönüp kahkahayla karışık sesin sahibine baktım. "Kırık akıllı! Hi hi hi! Kırık akıllı, kırık akıl! Hi hi!" Bunu bana diyen kişi de leylek kanatlı, tilki kafalı bir kaplumbağaydı; inanabiliyor musunuz? Kayra Han***** aşkına, kimlerle uğraşıyordum ben?!
Yatakta doğrulup gözlerimi kapattım ve bir ok hayal ettim, gözlerimi açtığımda ol elimdeydi. Yayı gerip şu baş belası ruhu nişan aldım. Oklardan ilki kaplumbağa kabuğuna gelse de ikincisi turuncu kafasını bularak onu toz etti ve attığım zafer çığlığı boş evimde yankılandı.
Boşaldığı halde gözlerimi pencereden ayırmasın ve yarın ilgilenmem gereken bahçeme, koyun ve keçi sürülerime, üç atıma baktım. Köpeklerim buradan görünmüyordu ama homurtularını duyuyordum. Hayvanlarım, gelenler gittiklerinde buradaki tek canlı ruh olarak kalmamı sağlıyor ve bana daha iyi hissettiriyorlardı.
Gerçi bir süre sonra canlı ya da cansız ruhlar arasındaki çizgi soluklaşmaya başlamıştı benim için. Artık yaşamayanlar ve yaşayanlar arasında elçi olmaya o kadar çok alışmıştım ki aralarındaki farklar benim için azalmıştı ve onları ayırt etme ihtiyacı pek duymuyordum.
Aslında bunun sebebi etrafımdaki canlı ruh sayısının azlığından kaynaklanıyordu.
Çok uzun süredir günlerim aynı geçiyordu. İnsanlar, aileler gelip gidiyor; bir konuda yardım istiyorlardı. Onlar için dualar ediyordum, ruhlar çağırıyordum, ilaçlar hazırlıyordum. Olması gerektiği kadar misafirevimde ağırladıktan, işlerini gördükten sonra da gönderiyordum. Geldikleri gibi gidiyorlardı, ardından bu evde tek başıma kalıyordum.
Yaşadığım kısır döngü buydu: bekle, iyileştir, gönder ve yalnız kal. Şikayetçi değildim ve olmamalıydım da. Yaşadığım hayat, işim yaptıklarımı yapamayan bir kalabalıkla yapılabilecek şeyler değildi. Ayrıca en değerliniz bir portakal ağacı olunca düşmanlar onu elinizden almak için baltayla evinize gelmiyordu çünkü bunu önemsemiyordu. O yüzden yaşasın ağaçlar!
İç çektim. Kam****** olmanın tüm zorluklarını bilerek seçimimi yapmış ve asla pişman olmamıştım. Eğer sorumluluğunu kaldıramayacak olsam Kayra Han bana bu güçleri vermezdi.
Yine de hiçbir şey inin cinin top oynadığı bu dağa çekilerek kendimi soyutladığım normal hayatı ve ailemi özlememe engel olamıyordu.
Tam bu tür anlarda yani çektiğim özlem göğsümü sıkıştırıp yüzümü buruştururken orası ayrı, burası ayrı oynayan bir ruh çıkıp geliyor ve ciddiyetim Çin işkencesi çekerek yok oluyordu.
Aslında böyle düşününce hiç de yalnız değildim. Bekleyin, ben mi yalnızım? Hayır, ben özgürüm! Kim at binerken dans edince ona tuhaf bakışlar atan insanlar isterdi ki? Ya da yemek yaparken aynı anda ok atınca "Sen ne yapmaya çalışıyorsun?" diyen çok bilmiş insanlar? Dua ederken birden şarkı söylemem onları etkiliyor muydu da bunu saygısızlık olarak görüyorlardı? Kahkahalarla gülerken birden hıçkırıklara boğulamaz mıydım? Onlara ne yapacağımı sormadığıma göre buna karışamazlardı!
Hıh. Hıh!
Tamam biraz çatlak ve değişik olabilirdim ama ne kadar şanslı olduğumu göremeyecek kadar deli değildim yani!
Biri mi güldü arkadan?
Kapa çeneni seni lanet ruh yoksa...
Yoksa ne mi? Senin saydam, bulutsu bedeninin yarısını sandığın altına, geri kalanını ahıra hapsedeyim de gör! Bakalım o zaman böyle gülebilecek misin?
Sessizlik. Çok daha iyi.
Ya da karar değiştirdim, gülebilirsin.
Kapa çeneni! Ne kadar çirkin bir gülüş o.
Off...
Uykum kaçtı.
<---{---)
Kuşpalazı*: Difteri.
Ağdalanıncaya kadar**: Şurup gibi koyu bir kıvama gelinceye kadar.
Hanfu***: Hanfu, Çin'in geleneksel ve tarihi kıyafetidir. Hanfu, Japon kimono ve Kore hanbokun tasarımında büyük bir etki bırakmıştır. (www.wikipedia.org/ 'dan alınmıştır.)
Manyak****: Kam ve şamanların dua, tören ve dini ritüel esnasında giydikleri kıyafet. Bu elbise garip ve ruhani olduğu söylenen objelerle doludur. (https://onedio.com/ 'dan alınmıştır.)
Kayra Han*****: Altay Türklerine göre gökyüzündeki tanrıların en büyüğü Kayra Han'dır. Kara Han 17. katta oturur. Bütün Tanrıların babasıdır ve oradan evrenin kaderini tayin eder. Eliade'ya göre Kayra Han dünyanın yaradılışı ve sonu gibi konularda daima ön plandadır. Kara-Han yeryüzünü yarattıktan sonra dokuz dallı bir çam diker ve 16. kata oğlu Ülgen'i oturtur. Kayra Han, dokuz kişinin bu dallardan türemesini, dokuz ulusunda buradan meydana gelmesini ister. Kayra Han, insanoğlunun "ata" ve "ana"sıdır. Şamanlara göre Kara Han'ın Ülgen, Kızagan, Mergen adında üç oğlu vardır. ( http://www.biligbitig.com/?m=1 'dan alınmıştır.)
Kam******: Şaman kelimesinin Türkçeleştirilmiş halidir. Ruhlarla insanlar arasında iletişim kuracağına inanılır. Hastalıkların geçmesi, toprağın bereketlenmesi vb için dua eder; insanlara yardım ederler.
Bir din görevlisi, şifacı ya da büyücü olarak tanımlanabilirler. Şamanın en temel özelliği, ruhlarla temas duruma geçebilme özelliğidir. Bu gücü sayesinde mistik parçalanma (ölüp dirilme), hastalık tedavisi, kutsama gibi misyonlarını gerçekleştirebilir. Bu teması elbette herkes gerçekleştiremez, bu güce hasıl olmanın genetik kodlarla taşındığı savunulur.
Şamanlar genellikle rahatlıkla transa geçebilecek kişiler arasından seçilir. Genellikle de kadınlar arasından seçilir. Olur da erkek bir şaman olursa dahi, giydiği kıyafetler kadın kıyafetleridir... (https://onedio.com/ 'dan alınmıştır.)

Comments