Komutan ve Koruyucu *2*
- Kelime Ressamı

- Apr 13, 2020
- 7 min read
Updated: Apr 27, 2020
...Ay Kağan’ın yüzü gök, ağzı ateş, gözleri elâ, saçları ve kaşları kara, perilerden daha güzel bir oğlu oldu...
...Gökten bir gök ışık indi. Güneşden ve aydan daha parlaktı. Bu ışığın içinde çok güzel bir kız duruyordu. Bu kız gülünce gök tanrı da gülüyor, kız ağlayınca gök tanrı da ağlıyordu...
Oğuz Kağan Destanı
<---{---)
Onun geleceğini de, evime gelmek için yolculuğa çıktığı ilk andan itibaren biliyordum.
Ancak sorun şu ki, yalnızca geldiğini biliyordum. Ne zaman geleceğini bilmiyordum çünkü dün gelmesine üç haftalık yol varken, bu sabah mesafenin iki haftaya düştüğünü öğrenmiştim ve bu imkansızdı. Kim ve kimin atı bir gecede, bir haftalık yol katedebilirdi ki? Kam olsa rüzgârı ve atı kontrol ediyor diyeceğim fakat kam da değildi. Neydi, kimlerdendi bu lanet olası davetsiz misafir bozuntusu?!
Kahretsin; ne zaman geleceğini bilememek de, bunu nasıl yaptığını anlamamak da beni deli ediyordu!
Bu yüzden günlerim beklemekle ve kapıdan ayrılmamakla geçiyordu. Asamı bir kenara atıp kılıç ve okumu gün yüzüne çıkartmış, içinde kolay hareket edilen kıyafetlerimi giymiştim. Sürülerimi güvende tutmak için onları yollamış ve başlarına köpeklerimi koymuştum. Atlarımı da Güneş batman dönmek şartıyla salmıştım.
Kendim de dört duvar arasında idamını bekleyen suçlu gibi kapama kısılmıştım.
Ben neden idamı bekleyen suçlu oluyor muşum? Asıl o intihar görevine gönderilmiş bir askerdi! Geleceği varsa, göreceği de vardı.
Yine de oturmaktan bir tarafı genişleyen bendim tabii.
İçim o kadar sıkılmış, ruhum o kadar gerilmişti ki yanımdan geçen bir leylek başlı yengeç yolunu değiştirdi.
Keşke o da yolunu değiştirseydi ama yalnızca dört gün sonra bahçemdeydi.
Henüz yeni kahvaltı etmiştim, bu yüzden at sesi duyduğumda yerimden sıçradım ve bahçeme girişini, atından inişini, etrafı kolaçan edişini penceremden izledim. Atını çitlerin orada bırakıp kapıya yaklaştığında kaskımı ve kılıcımı almak ve arka pencereden çıkmak için üç dört adımlık zamanım vardı.
Tam zamanında dışarıdayım. Bir sıfır, kam önde!
Yüzüm maskemle korunuyor olsa da giysi anlamında hazırlıksız yakalandığım bir gerçekti. Bu yüzden ona hamle üstünlüğü veremezdim. Gizlice yaklaşıp haberi olmadan üzerinde baslı kurmalıydım.
Ey rüzgar ruhu, adım seslerimi alıp götür uzaklara. Gölgemi gizle sevgili Güneş! Haberi olmasın varlığımdan bu davetsiz misafirin!
Havada süzülüyormuş gibi evin etrafından dolanarak hiç ses çıkartmadan kapıyı çalan yabancının arkasına geçtim. Kılıcımı kaldırıp ensesine bastırdım. Şaşkınlığın verdiği etkiyle bir anlığına nefesinin kesildiğini duydum : "Kimsin sen?" dedim sesimi olabildiğince korkutucu bir tonda kullanmaya çalışarak. "Evimde ne işin var?" Arkasını dönmek için yeltendiği zaman bağırdım. "Hareket etme! Ve ellerini görebileceğim yerde tut!" Ben ne olduğunu anlayamadan birden kılıcını kınından çekti ve benim kılıcıma vurarak silahımı uzaklara gönderdi, keskin ucu bana doğrulttu ancak unuttuğu küçücük bir şey vardı.
Elimi savurarak yön verdiğim rüzgar tüm kuvvetiyle gümüş aleti adamın elinden aldı. Bunun onda yarattığı dikkat dağınıklığından faydalanıp toprağa seslendim ki sarmaşıklarıyla sarıp onun hareket etmesini önlesin.
Otların tüm vücudu sarmaladığı adam yere düştü ve kolları arkasında sabitlendi. Ardından mutsuzlukla homurdandı, ela gözleri yere inmiş, koyu renk bukleleri aşağı düşmüştü : "Haksızlık bu..." "Kapa çeneni!" Ona doğru eğilmeden önce kılıcımı düştüğü yerde alıp boğazına dayadım. "Son kez soruyorum eğer kopuk kafanın çimenlerimi süslemesini istemiyorsan cevaplarsın. Kimsin sen ve burada ne arıyorsun?" Yüz ifadesini ve mimiklerini gizlemesini engellemek için burnuna kadar yüzünü kapatan kumaş parçasını uzanıp yırttım. Sonraki işim de kafasındaki kapüşonu çıkartmak oldu. Hissettiğim yoğun enerjiden dolayı ilk başta ne demem gerektiğini unuttum. "Konuş!"
Aurasının yaydığı enerji çok güçlüydü, bu tür bir şeyle daha önce hiç karşılaştığımı hatırlamıyordum. Sıradan insanların ruhları bu kadar ciddi bir enerjiye sahip olmazdı. Bunu sağlayabilecek de sadece iki şey vardı: kam olmak, kuta* sahip olmak. Bekle, ne? Kam olsa anlardım, aurasını tanırdım. Aksi imkansızdı ama Kayra Han'ın kut verdiği biri neden buraya gelirdi ki? Olması gereken yer halkının yanıydı.
Of, bu onun kafasını kesemeyeceğim anlamına geliyor.*
Onu korkutmak için kılıcı kaldırdım ve boğazını hedef aldım: "Tamam, tamam! Adım Oğuz**. Oldu mu? Lütfen beni rahat bırak da insan gibi konuşalım. Yardımına ihtiyacım var-" "Yalan söyleme!" Hayatta olan hükümdarların hepsini tanıyordum ve yabancı, o hükümdarlardan biri değildi. Geriye kalan tek seçenek hükümdar oğlu olmasıydı -kut kanla geçer çünkü- ve hiçbirinin oğullarının adı Oğuz değildi. Basbayağı yalan söylüyordu. "Hangi hükümdarın oğlusun sen?" "Hiçbirinin-" "Benim sabrımı taşırma kutlu!" "Kutlu mu?" "Kayra Han'ın sana verdiği kutu hissediyorum. Kimin çocuğusun?" Dudağını ısırarak başka yöne baktı. "Bir de susuyor! Şuna bak!" "Madem kutluyum, bana böyle davranmaman gerekmiyor mu? Ayrıca şu üzerindeki ışık hüzmesini farklı bir yere gönderebilme şansın var mı? Hiçbir şey göremiyorum." dedi gözlerini kısarak. Kafamı kaldırıp yukarı baktım.
Güneş resmen benimle dalga geçiyordu. Ondan alt tarafı gölgemi birazcık aydınlık yönelterek yok etmesini istemiştim ve o dev bir ışık demeti mi yollamıştı?
Yaptığını fark ettiğimi anlayarak hüzmeyi geri aldı ve ben adamın sorusunu da, aniden kör edici ışığın kayıplara karışmasını da umursamayarak: "Bana kılıç kaldırdın, şimdi de kim olduğunu saklıyorsun. Dokuz milletin kralı dahi olsan bunları görmezden gelmem!" diye konuşmayı saptırdım. "Önce sen bana saldırdın-" "Konuyu değiştirme!" Tehdit edici bir rüzgar kulaklarımda uğuldadı. "Ben Modu Chanyu**. Teoman'ın oğluyum." dedi dişlerini sıkarak, çenesi gerilmişti. Evet, evet. Ben de Mısır firavunuyum zaten. "Teoman Yabgu'nun Modu Chanyu diye bir oğlu yok. Eğer bilmiyorsan Kun veliaht olmak üzere; Kun, Lie ve Dao olmak üzere üç erkek çocuğu var." "Ben Ay Kağan'dan, ilk eşinden olma oğluyum." "Yalanlarına artık tahammülüm kalmadı. Ay Kağan'dan olma çocuk Yüeçilere*** verildikten sonra öldü ve inan bana sen ölü bir ruh değilsin." Kızgınlıkla ekledim. "Şimdilik." "Ay Kağan'ın çocuğu Yüeçilere verildikten sonra onlar tarafından köle olarak büyütüldü. Yetişkin olup aklı erince de oradan kaçtı. Gördüğün üzere."
Teoman Yabgu ile, o bir savaşta ağır olarak yaralanınca tanışmıştık. Onu tedavi etmiştim ve omzunda hilal şeklinde bir doğum lekesi olduğunu çok iyi anımsıyorum.
Sırtına yaklaşıp üzerindeki deri ceketi çıkarttım. Aradığım omuza ulaşmak giydiklerinden dolayı oldukça zordu : "Beni bu kadar erken soymaya çalışacağını düşünmemiştim." Onu tekmeleyerek susturdum ve Teoman Yabgu ile aynı yerdeki hilal şekilli izle karşı karşıya kaldım. Ayrıca kulak kepçesinin şekli Teoman ile aynıydı. Bu özellik babadan oğula geçer, yani ya kardeş olabilirlerdi ya da baba oğul. Saçları da onun gibi uzun ve bukleliydi.
Birkaç adım geriledim.
Şimdi ne halt yiyeceğim?
Evet, yalan söylüyor olsa işim daha zor olurdu ama şu anda da pek kolay bir çelişki de olduğum sayılmazdı.
Onu gönderecek miydim? Neden geldiğini mi soracaktım? Yardımcı olacak mıydım?
Bağlandığı yerde kımıldandı: "İnandın mı? Artık beni çözecek misin?" Eh, sanırım hareket edebilir durumda olması benim için sorun yaratmazdı.
Vücudunu sarmış sarmaşıklar kuruyup döküldükten sonra bileklerini ovdu ve ayağa kalktı. O zaman ne kadar heybetli ve uzun boylu olduğunu gözlemleme fırsatı buldum. Kılıcını saplandığı çitten çıkarıp kınına yerleştirdi. Söylenerek yanıma yaklaştı ama ben ondan uzaklaştım. Ondan hoşlanmamıştım : "Seni bana getiren ne?" "En azından daha naziksin. Bu da bir gelişme. Neyse, şu yüzündekini çıkartır mısın? Yüz yüze konuşamaz mıyız? Ciddi olamıyorum." Ne?! Keçi kafatası kaskımın korkutucu olması gerekiyordu, komik değil! Hiç istifimi bozmadan sessizce reddettim. "Öyle olsun o zaman. Direkt konuya giriyorum, bana insanları iyi ettiğini söylediler. Yardımına ihtiyacım var." Sıkıntılı bir edayla istemeyerek sağ kolundaki kayışları çıkartıp kararmış damarlı bileğini açtı. "Yüeçilerin başıma diktiği şamandan kurtulmaya çalışırken onu öldürmek zorunda kaldım. O şeytani herifin ölmeden önce zırvaladıklarının gerçek olduğunu bilmiyordum. Oradan kaçmak için iki üç gün boyunca hiç uyumadan at sırtında geçirdim fakat sonunda uyuyacak bir yer bulup uyup uyanınca elimdeki damarlarımın simsiyah olduğunu gördüm. Kanım da kapkara akıyordu ve sanki içinde ateş varmış gibi elim yanıyor. Sanırım beni lanetledi." "Şamanlar insanları lanetlemezler. Kötü ruhların elçisi kara şamanlar bile yapmaz bunu." "O zaman şaman değildi, büyücüydü belki de." "Yüeçilerde büyücü?" dedim gülerek. Bu ortalıkta dolanan ruhların tiplerinden bile yaratıcı bir cümleydi. "Kulağa saçma geldiğini biliyorum ama sonuç ortada." İçimi çektim. "Bak, ne tür bir kuruntu yaptın bilmiyorum ama bu isimsiz bir hastalık. Sana iki üç ot kaynatır ve dua ederim, evimde ağırlarım ve zehrinden kurtarınca atına bindirir gönderirim fakat bu kadar kutlu. Kimden ne duydun bilmiyorum ama şamanların lanetleme yeteneği yoktur. Kehanette bulunabilirler ancak bu kadar. Macera arayışının burada son bulmasına sebep olduğum için üzgünüm!" "Her türlü yolu denemediğimi mi sanıyorsun? On farklı şamana gittim, karasına da akına da. Envai çeşit bitki, toz, ot, verdilerse b*k bile içtim. İçim tarlaya döndü ama hiçbiri fayda etmedi. Hepsi farklı bir şey denedi ama ortak olarak verdikleri tek karar zehirli kan tüm vücuduma eriştiğinde ölümümün kaçınılmaz olacağı ve bunun sandığımdan daha erken gerçekleşeceğiydi. " "Bak, harbiden lanetlenmiş isen yapabileceğim hiçbir şey yok demektir. Ben bir kamım, benim ne görevlerim ne de yeteneklerim arasında lanetlemek, lanet kaldırmak yok. Hem on farklı şaman bir halt edemediyse ben ne yapabilirim? On birinci başarısız şaman olma niyetim yok, dön nereden geldiysen oraya. Daha bahçemi süreceğim." deyip evime dönmek için ona arkama döndüm. "Beni Utugan**** Tilbe gönderdi." Olduğum yere şimşek düşmüş gibi çakıldım. "Dedi ki: Seni Ubakan**** Ayhanım'dan başkası kurtaramaz, derdine ancak o derman olabilir. Hatta söylediğine göre sen gülünce Kayra Han güler, sen ağlayınca Kayra Han ağlarmış, sinirin göğü yere indirirmiş." "Adım Ayhanım değil." "Yani sen gülünce Kayra Han gülüyor mu?" Gözlerimi devirdim. "Gerçek adın ne bari?" Aynı tepkiyi tekrar verdim. "Kalsın o zaman." "Sana ne dedi tam olarak bu büyücü?" Gözleri umutla parladı. "Bana hayat veren kanın içime ölüm dağıtacağını ve beni dokuz insanı doğurandan başka hiçbir şeyin iyileştiremeyeceğini. Gerçi bir anlam ifade ettiğini sanmıyorum, onu sarhoşken öl-" "Ne dedi, ne dedi?!" "Neden birden celallendin? İşte bana hayat veren-" "Seni dokuz insanı doğurandan başka hiçbir şeyin iyileştiremeyeceğini söylemiş, dokuz bebek birden doğrabilen bir kadın olamayacağına göre bunun bir kadın olduğunu düşünmemiştin herhalde?" "Aslında, Ubakan Tilbe öyle deyince o kadının sen olduğunu sanmıştım." "Oradan bakınca dokuz çocuk doğurmuş gibi mi duruyorum?!" "Belli bir yönden bakınca erkek gibi de duruyorsun, emin değilim. Ama kadınsın değil mi? Sonuçta sesin ince, lakabın Ayhanım-" "Düzgün konuş!" diyerek sitem ettim ve asıl odak noktasına dikkat çektim. "Dokuz insanın birlikte doğduğu yalnızca yaratılışta görülmüştür. Evliya Ağaç'ın dokuz dalından çıkan insanlar, üreyerek günümüz topluluklarını ve dokuz milleti oluşturur." "Beni iyileştirecek şey Evliya Ağaç mı yani?" "Evet. Dünyanın tam ortasından yükselen bu ağacın kökleri yeraltına iner, dalları ise dünya dağının zirvesine yükselir. Böylece bu kutsal ağaç, dünyanın her üç katını -göğü, yeri ve yeraltını- birbirine bağlar. Gözle görülemeyecek kadar göklere yükselir ve göklerdeki ışık dolu cennet alemine ulaşır." Az önce ışıyan gözlerindeki ümit, karararak yok oldu. "Ruhunu Erlik Han'a***** satsan o ağacı bulamazsın."
<---{---)
Kut*: Gök Tanrı'nın hükümdara verdiğine inanılan, kanla geçen, ilahi yönetme gücü. Padişahların ve soylarının kanı “kutlu” sayıldığından, hanedandan birisi idam edileceği zaman boynu kılıçla vurulmaz, yay kirişiyle boğularak öldürülür. (https://www.wikipedia.org/ 'dan alınmıştır.)
Bu yüzden ana karakter, kutlu kişinin "Kafasını kesemeyeceğim..." diyor.
Modu Chanyu**, Oğuz**: Bilinen adıyla Mete Han. Teoman'ın ilk eşi Ay Kağan'dan olma oğlu. Ay Kağan'ın zamansız ölümünden sonra Teoman Çinli prenses Yenişi ile evlenir ve Yenişi kendi çocuğunu tahta geçirmek için Teoman'ı doldurur. Modu küçük yaşta Yüeçilere esir verilir (Çocuk verme uygulaması iki ülke arasında savaş çıkmaması için yapılan bir gelenektir.) ve bunun için babasına büyük bir nefret duyar. Yüeçilerden kaçar; Teoman onu sözde ödüllendirmek, aslında halkı ve Modu'yu bastırmak için kendisine ordu hediye eder. Modu Chanyu orduyu eğitir; onlarla babasını, üvey kardeşlerini ve üvey annesini öldürerek hükümdar olur. Mete Han'ın Oğuz Kağan Destanı'ndaki Oğuz Kağan olduğu düşünülmektedir.
Yüeçiler***: Bir Moğol kabilesi.
Utugan****, Ubakan****: Kadın şamanlar utagan, udagan, ubakan, utugan gibi ünvanlar alırlar. (https://www.arkeolojikhaber.com/ 'dan alınmıştır.)
Erlik Han*****: Günümüzde iblis olarak kullanılan bir tür cin olmasına rağmen kötülüğü simgeleyen bir tanrı ruhudur. Altayların bir yaradılış efsanesine göre Erlik Han, dünyanın yaradılışında Tengri'ye karşı fenalık yapmış bunun sonucunda Tengri de onu ceza olarak yeraltı aleminin efendisi yapmıştır. Erlik Han, yeraltı Aleminin en alt katında yeşil demirden bir sarayda, gümüş bir tahtın üzerinde oturur. Emrinde dokuz semerli boğası olan Erlik Han yeraltı aleminde kendine koyu kırmızı ve çok az ışık veren bir güneş yaratmıştır (https://onedio.com/ 'dan alınmıştır.)

Comments