Komutan ve Koruyucu *3*
- Kelime Ressamı

- May 4, 2020
- 6 min read
Beş altı cümleden fazla konuştuğum insan sayısı çetelesinin kısalığı bu konudaki tecrübemin yetersizliğinin kanıtıydı. Bu yüzden boşa gevezelik yapmazdım, işi halleder ve kurtulurdum. Böylece beceriksiz olduğum tek noktayı gizler, gereksiz kalabalıkla uğraşmazdım; kendimi meşgul etmez ve canımı sıkmazdım.
Fakat bu herif bir türlü yakamdan düşmediği, kendisiyle sabahtan beri uğraştığım için iletişim eksikliğimi gizlemekte zorlanıyor, sinirleniyor ve sonuna kadar geriliyordum.
Bıktım. Usandım. Kusmak üzereyim.
Bu adam benim gözü ayrı, g*tü ayrı yerde olan ruhlarımdan beter! En azından onlar laftan anlamasa da hayali oklardan, silahlardan anlıyor. Ama Modu Chanyu sözümü dinlemediği gibi ona vuramıyorum da!
Kuta saygısızlık edemeyeceğimden lanet de okuyamıyordum.
Delireceğim! Sanki eskiden aklı başında biriydim de daha çok delirebilecekmişim gibi!
Beni tekrar omzumdan yakalayıp tekrar durdurduğunda çileden çıkmıştım artık : "Yettin sen de ama!" Neresi olduğunu bilmediğim bir yerde çakan şimşeğin sesi duyuldu bağırışımın arkasından. "Biraz sakin mi olsan?" "Sakin falan olamam! Yeter! Ben yanlış yerlerine şimşek indirmeden önce defol evimden!" "Beni dinlemiyorsun bile!" "Seni gereğinden fazla dinledim. Sabahtan beri senle uğraşıyorum, gına geldi artık!" Gök gürleyince kafasını kaldırıp kararmış ufuğa baktı, açık kahve bukleleri yüzünden aşağı düştü. "Şunu yapmayı keser misin? Ölümümün savaş meydanında olmasını tercih ederim, bir bahşede tüterek değil." "O zaman beni rahat bırak!" Ekledim. "Ayrıca bu yalnızca bir tesadüf, hava olaylarını kontrol edemem ben." "Bana yardım etmelisin! Başka şansım yok!" "Bak Kutlu, anlatamıyorum sanırım." Asıl sen anlamamakta direniyorsun da, neyse. "Benden tanrıların koruduğu, kutsal bir ağacı bulmamı istiyorsun. Yaratılıştaki ağacı! Bunu kimse yapamaz, gelmiş geçmiş en güçlü kam bile yapamaz. Beni bırak yani! Hatta senin bu laneti de hesaba katarsak, ömrünün buna yetmeyeceği kesin. Bu yüzden bırak bu işleri, imkanı yok! Git bir deniz bul, kenarına ev yap, son günlerini keyfini çıkararak yaşa. Yapılabilecek bir şey olsa yapmaz mıyım? Benim dünyaya gelme gayem bu, canım istedi diye reddetmiyorum yardım etmeyi yani." Geldiğinden beri ilk kez sesini kesti, beni durdurup durdurmayacağını denemek için ondan uzağa birkaç adım attım ve kişini bile kıpırdatmadı. Yaşasın, kurtulmuştum sonunda!
Ancak yüzündeki tarifsiz hüzün ve hayal kırıklığı içimde dikenleri kalbime batan bir vicdan azabı oluşumuna sebebiyet verdi. Haklı olduğumu bilsem de, yardımcı olmamaktan gurur duyan, hiçbir şey umrunda olmayan, acımasız bir kam gibi görünmemek adına durup birkaç kelime etme zorunluluğu hissettim : "Üzgünüm, hayatta kalmak istemeni anlıyorum fakat bazen istediğimiz her şey olmaz. Ayrıca o şamanın üşütük olup saçmalamış olma ihtimali hâlâ var-" "Cidden her şeyi, tüm yolu daha fazla gün görmek için çektiğimi mi sanıyorsun? Önceki yaşamım çok mükemmel miydi de geri kalanını yaşamak için uğraşayım?" "Ne derdin o zaman? Gül cemalimi görmek mi?" "Devletim, ülkem ve halkım parça parça Yüeçilere kaybediliyor." dedi alayımı görmezden gelerek. Kendini yere bıraktı ve ekinlerimin üzerine oturdu. "Babam olacak, hakan olacak o adamı Yenişi karısı elinde oynatıyor; oğullarından birini tahta çıkarmak için Yüeçilerle iş birliği içerisinde ve halkın geleceğiyle gram ilgilenmiyor. Onların içinde büyüdüm ben, o ulusu benden daha iyi tanıyanını bulamazsın. Aynı kandan, milletten olduğum insanları esaret altına alacaklar; karşı çıkanlara eziyet, işkence edecekler ve kılıçtan geçirecekler." Birden bağdaş kurduğu bacaklarını çözdü, ayağa kalkıp çitlerimden birini tekmeleyip yerinden söktü. "Ve ben bunlar olurken kuytu bir köşede sırtüstü yatıp ölümümü bekleyeceğim!" Elini uzun saçlarından geçirip sinirle nara attı. Hareketlerinin, sözlerinin, endişesinin samimi olduğunu seziyordum ki benim sezgilerim asla yanılmazdı. Zaten Kayra Han'ın Kut verdiği biri böyle olmalıydı, olurdu.
Öte yandan Yüeçilerin onun dediklerini yapacağına kuşkum yoktu, o Moğol kabilesini biliyordum; adetlerini, geleneklerini ve kutlamalarını da. Yıllar önce benim boyuma* yaptıkları dünmüş gibi aklımdaydı.
Kan, çığlık ve acı. Sonra ölümcül bir sessizlik.
Boy beyi olan babam Yabgu gelene kadar, savaşmamızı ve direnmemizi söylemişti ancak Yabgu gelmemişti. Küçük, kimseye zararı dokunmayan sınır boyumuz ölüme terk edilmişti.
Çıkın aklımdan! Susun sizi lanet olası anılar! Kapayın çenenizi!
Geniş cüssesi ortalarda huzursuzca dolanıyor, aurası gök gibi gittikçe kararıyordu : "Yüeçiler benim de boyumu katletti." İlgisini çekmiştim. "Hayvanlarımızı otlattığımız bir arazi için vergi istemişlerdi, halbuki o arazi kimseye ait değildi. Boy beyimiz reddedince de çadırlarımızı yaktılar, ailelerinin kılıçtan geçirildiğini çocuklara izletip onları boğdular. Baban da bize destek vermedi, asker göndermedi." "Yenişi ile bebek yapmakla meşguldü büyük ihtimalle-" "Saygısızlık etme!" diye sitem ettim. "Hata da yapmış olsa, o bizim hakanımız! Senin de atan!" "O beni düşmanlara rehin gönderdi, bana hayatı cehennem etti, Çinli bir hain için halkını tehlikeye attı. Benden merhametten başka bir şey alamaz ki o merhamet de ölümü olacaktır." Dili dudak çevresinde gezinerek değdiği yerlere parlak bir ıslaklık yaydı. "Tabii önce ben ölmezsem."
Birinci elden yaşadığım yüzüstü bırakılmayı, mutlak mağlubiyeti aynı kanı taşıdığım insanlara yaşatmak; yaşayacakları katliama göz yummak benim değer ve kurallarıma tersti fakat şöyleki Evliya Ağacı bulmak gerçekten imkansızdı.
Yine de en azından denemeli miydim?
Ayak ucuyla vurduğu irice taş su testime denk gelerek onu çatlattı ve ekinlerimin üzerine yuvarlandı.
Bir eşyama daha zarar verirse onu nehre atacağım : "Sadece halkımı kurtarmak için daha fazla ömür istiyorum. Tek dileğim bu; onlara hizmet etmek, onları korumak." Kafam çok karışmıştı ve aklımdaki soruların cevabını alabilmek için birilerine danışmaya ihtiyacım vardı. "Eğer istersen akşam yemeğine kalabilirsin. Orayı burayı kırmamak dökmemek şartıyla." "Afedersin ben sinirlenince-" "Bahane uydurma." Kahverengi harelerle kaplı, göbeği yeşil ela gözlerini bıkkınlıkla yukarı kaldırdı. "Çok huysuzsun." Sen huysuzluk görmemişsin.
Akşam, yıldızlar gecenin kontrolünü ele geçirdiğinde yaktığım büyük ateşin ışığı neredeyse ormanın içine kadar giriyordu. En teferruatlı elbisemi giyip üç çatallı asamı ve davulumu alarak ateşin başına geçtim. O sırada bir battaniyeyi üzerine alıp yere oturmuş, sırtını da ağacıma yaslamış olan Modu depodan aşırdığı çerezleri yiyip beni izliyordu.
Ona transa girmem gerektiğini, beni rahatsız etmemesini söylemiştim. Neden transa gireceğimi sormadığı için az çok fikir alacağım konunun onunla ilgili olduğunu tahmin ettiğini düşünüyordum.
Ateşe içkiyi döktükten** sonra kullandığım kupayı koşacağım alandan çıkarttım. Çıplak ayaklarım üzerinde yaylanıp derin bir nefes alarak kendimi hazırladım. Törenlerin belki de en zor kısmı tam şu an, Modu bölmese geçeceğim kısımdı : "Bu aynalar, tütsüler, kâse ve kupalar tören için mi?" "Evet." diye kısa bir cevap verip çenesini kapamasını umdum. "Ayahuasca*** kullanmıyor musun?" "Hayır. Ben ruhlarla iletişim kurmak, transa girebilmek için uyuşturucu bitkilere ihtiyaç duyan şamanlardan değilim." Sadece bir kez denemiştim ve kusmak dışında hiçbir şey yapamamıştım. Lafı ağzına tıkarak onu susturdum. "Dikkatimi dağıtmayı kes artık." Bu kez sustu.
Ben de ateşin etrafında koşmaya başladım.
Koşabileceğim en üst hız sınırını sonuna kadar zorluyordum, arada sıçrayıp zıplıyordum. Dengemi kaybedip yere kapaklanırsam hiç duraklamadan kalkıp devam ediyordum.
Zaman kavramına normalde de hakim değilimdir ama bu kez ne kadar koştuğumu cidden bilmiyordum. Az buz olmadığını düşünsem de hâlâ transa girememiştim ve bir sonraki aşamaya yanımda biri varken geçmek istemiyordum.
Bu yüzden, hadi ruhlar!
Gözümün önünden yorgunluktan siyah benekler geçiyordu. Adım seslerim dışında hiç ses duymuyordum. Gerçi bu başka ses olmayışından da kaynaklanıyor olabilir tabii.
Bacaklarım karıncalanıyordu, artık onların varlığını bana hissettiren tek şey buydu. Davulumu düşürdüğümü de ona takılıp düşünce fark etmiştim.
Sonunda ayaklarım pes etti ve boylu boyunca yere düştüm. Yüzüme taş ve toprak parçaları batıyor, canımı yakıyordu. Görme yetisini kaybetti kaybeden gözlerimin önündeki manzara iyiden iyiye bulanıklaşmıştı.
Göz kapaklarımı bin bir zorlukla son kez açtım ve ardından bilincim dünyanın bu katından yükselerek uzaklaştı.
Görüler ve sorularıma aradığım cevaplar altın tepside önüme sunulmazdı. Semboller ve temsiller içeren rüya gibi bir şeyin içinde olurdum, çıkardığım sonuçları söylerdim ve başımda bekleyen kişi bunları not alırdı çünkü uyandığımda görümü hatırlamazdım.
Modu'ya konuşacaklarımı not almasını söylemediğim için ruh dostlarımdan öğrenecektim. Ona söylememe nedenim ne anlatacağım ve konuşacağımdan emin olamamam, onda kalıcı olmasına güvenemememdi.
İyi ki de böyle yapmayı tercih etmişim.
O gündeydim.
Boyumun yakıldığı, çığlıkların göğü doldurduğu, kanın nehri kızıla boyadığı, acının dolup taştığı o gündeydim. Utugan Tilbe boğazını yırtarcasına bağıran ve yardım dileyen beni kollarımdan tutmuş sürüklüyordu, ateşleri bizden uzak tutuyordu. Tam atların önüne geldiğimizde karşımıza adamları ile Hulagu çıkıyordu. Birkaç dişi eksik çarpık gülüşü yüzüne yayılırken tıpkı o gündeki gibi titriyordum. Kaçışımızı engellemek için oradaydı ama yapamamıştı, Utugan Tilbe halkımı yakan alevleri onlara doğru yönlendirip Hulagu ve adamlarını diri diri yakmıştı. Burnuma gelen yanık et kokusunun ne kadar yoğun ve berbat olduğunu dün gibi anımsıyordum.
Onlara yardım etmeye çalıştım, insanlarımı korumaya ve savunmaya çalıştım fakat gerçeğindeki gibi hiçbir şey yapamadım. İnsanlar hayaletmişim gibi içimden geçip gitti.
Birden ayağımın altında sivri bir şeyin varlığı beni rahatsız edince geri çekildim ve orada bir ağacın bittiğine tanık oldum. Büyümesi bitince dokuz dalından birinde yetişmiş olan kıpkırmızı bir elma ağzımı sulandırdı, uzanıp aldığım zaman elimde hızla çürüdü. Çürük elmadan kurtulmak istesem de avcuma yapışmıştı sanki, ağaca vurup sonunda elimi serbest bırakınca bileğimdeki damarların kömür siyahına dönmesi beni dehşet içinde bıraktı.
Bileğimi yakıp kavuran acı ve siyah kanın ne hızla ilerleyip tüm vücudumu sardığını takip edemedim bile. Kapkara bir sıvı kusmak için başımı öne eğdiğimde artık boyumun katledildiği gün ve yerde değildim.
Bomboş bir arazideydim. Önümde gözlerinde korku okunan, yaralı ve dişi bir kurt vardı. Sırtında dengede tutup taşımaya çalıştığı iki ufak bebek zırıl zırıl ağlıyordu. Ben hayvanın neden korktuğunu düşünürken bir hançer ıslık çalarak havayı yardı ve kurta saplandı. Hayvan yana devrildi, çocuklar düştü. Yanlarına hızla emekledim, bebekleri bir kenara çekip kurtun kesik ve hızlı nefeslerini dinledim.
Bir şeyler yapmalı, zavallı hayvana yardım etmeliydim! Onu ölüme terk edemezdim.
İşe sivri ucunun üstünde sarı bir daire, dairenin altında da gri bir hilal bulunan hançeri çıkarmaktan başladım ancak hançer hayvanın hâlâ atan kalbiyle birlikte çıkınca elim ayağım birbirine dolandı? Bu da ne?!
Parmaklarım arasında duran, kanlı kalpte bir kadının yüzünü gördüm. Uzun, kahverengi saçlı ve güzel bir kadın olsa da ürktüm ve kalbi birden bırakıverdim lakin onu bıraktığım gibi kendi göğsüme berbat bir acı yayıldı.
Başımı eğip baktım ve göğsümün ortasında kanlı bir delik, boşluk olduğu kafamda şimşekler çakmasına yol açtı.
Kalbim yerinde yoktu.
<---{---)
Boy*: Aynı soydan gelen veya aynı soydan geldiğine inanan küçük topluluk, kabile.
Ateşe içki dökmek**: Kansız yani kurbansız törenlerde yapılan eylemlerdendir.
Ayahuasca***: Üçüncü yani kalp gözünü açtığı, transa girişi kolaylaştırdığı söylenen şaman bitkisi. Ölüleri diriltme gücü olduğuna bile inanılıyor. İlk kullanımda titreme ve kusma nöbetlerine yol açıp kullanan kişinin ölümüne sebep olabiliyor.

Comments