top of page

Komutan ve Koruyucu *4*

Kan ter içerisinde yatağımda uyandım.


En son yere düştüğümü hatırlıyordum, ne ara yatağıma gelmiştim ki?


Korkuyla yüzüme dokundum, yüzümü örten kumaştan maskenin hâlâ yerinde olduğunu bilmek kısa süreliğine de olsa içime su serpmişti.


Modu penceremin dibindeki tabureye oturmuş, tahta bardaktan dumanı tüten bir şey içiyordu:


"Korkma, yüzündeki örtüyü kaldırmadım. Seni düştükten sonra yalnızca içeri taşıdım."


"Ne içiyorsun sen?"


"Kilerini karıştırdım, eğer merak ettiğin buysa." İçi boşalan bardağı masaya bıraktı. "Ayinin işe yaradı mı bari?"


"Göreceğiz."


"Nasıl göreceğiz? Siz şamanların transta gördüklerinizi hatırlamadığını biliyorum. Buraya gelirken bu yüzden uğradığım her kamın evinde boşuna fazladan bir gün geçirmek zorunda kalıyordum."


"Sırf sana yardım etmek için o kadar uğraşan kamların evinde bir gün fazladan geçirmek senin için vakit kaybıysa asıl o şamanlar senin için gereksiz zaman ayırmış." Yüzümde görebildiği tek şey olan gözlerimi devirdim. "Gayet doğru biliyorsun. Görümü hatırlamadığımdan ve sana not almanı söylemediğimden dolayı sayıkladıklarımı zihnine girerek öğrenmek zorundayım."


"Ne?!" Açıkça şaşırmıştı.


"Reddedip reddetmemek sana kalmış. Eğer reddedersen sorularımın cevabını alamam ve o çok muhtaç olduğun yardımımı rüyanda bile göremezsin."


"Lanet. Olsun." diye söylendi. Ben de ona doğru gidip ellerimi alnının iki yanına yerleştirdim. İrkilip "Ne yapıyorsun?" dedi.


"Dün geceye odaklanarak işimi kolaylaştır yoksa hatıralarını istediklerimi ararken talan etmek zorunda kalırım. Anladın mı?"


"Çok net bir şekilde." Gözlerini kapattı ve ikimiz de bir tür transa girdik.


Beni zihninde küçük bir yolculuğa çıkararak dün geceki anılarına götürdü.


Onun gözlerinden ayin ateşi etrafında koşan kendimi gördüğüm an dikkat kesildim.


Ben yere düştükten kısa bir süre sonra hafif bir tereddüt içinde oturduğu yerden kalktı ve beni kollarına aldı. Hareketsiz bedenimi kucağında taşırken evime ilerlemeye başladı:


"Gerçekten kadınmış, bunu da öğrenmiş oldum." Pislik herif! Edepsize bak!


Dikkatim dağıldığı an bağlantı gitti; Modu'nın anıları önce toza, sonra gerçek hayattaki kendisine dönüştü. Ona tokat attım:


"Ne oldu yahu?"


"Edepsizin tekisin!"


"Amacının sayıkladığın saçmalıkları öğrenmek zannediyordum!"


"Saçmalık dediklerin hayatının bağlı olduğu şeyler! Edepsiz olduğun kadar nankörsün de!"


"Sorun ellerinde hayatım olan kadının kendi hakkında hiçbir şey paylaşma niyetinde olmaması değil, benim merakım mı?"


"Merakmış! Cinsiyetimi bilmen üzerinden lanetini kaldırdı sanki!" Yüzü düşünce sinirim yatıştı. "Tekrar odaklan."


"Çok kolay sanki!" Kaşlarını çattı ama sonra ifadesi yumuşadı ve ardından gözlerini kapatıp dediğimi yaptı.


Modu'nun anılarını izlemeye kaldığım yerden devam ettim.


Beni yatağa bıraktığında bunu bekliyormuşum gibi ağzım açılmıştı:


"O gün. Kırmızı Güneş. Hulagu. Dokuz dallı ağaç. Çürük kırmızı elma. Bırak elimi! Acı kan. Siyah damarlar! Bırak beni!" Burada sözüm öğürtü gibi bir sesle kesildi. "İki bebek ve yaralı dişi kurt. Hançer geliyor! Kurtu kurtarmalı. Sivri uçun üstünde sarı bir daire. Dairenin altında gri bir hilal. Kurtun kalbi çıktı! Kalpteki güzel kadın." Birden çığlık atmaya başlamıştım. "Kalbim yok! Kalbim nerede? Kalbim?!"


Parmaklarımı Modu'nun kafasından ayırdığım gibi onu rahat bırakarak zihninden çıktım. Kafam karışmıştı. Bunlar ne demekti, ne anlama geliyordu?


Kutlu yine çenesini kapatamayarak konuştu, bu adam birkaç saniyeden uzun susamıyordu herhalde:


"Beni 'Kalbim nerede?' diye nârâlar atarken bayağı korkutmuştun." Masanın öbür tarafındaki tabureyi kendine çekip üzerine oturdum.


"Odaklanmam gereken görümün ne anlama geldiği, senin ödlekliğin değil."


"Bana yakıştırmadığın bir ödleklik kalmıştı, bunu da demeseydin kendimi çok eksik hissederdim sağ ol." Onu umursamadım. Kader bizi karşılaştıralı hiç uzun olmadığı halde ona karşı görmezden gelme eylemine normalde hiç yapmadığım kadar sık başvuruyordum. Ve buna belirsiz bir süre daha devam edecekmişim gibi duruyordu.


"O günü anımsamam istenmiş, evimde oturup rahatıma bakarsam bana yaşatılanın başkalarının başına geleceğini anlamam lazımmış anlaşılan." Modu çokbilmiş bir edayla gülümseyince cevabını beklemeden yapıştırdım. "Hemen mutlu olma.


Kırmızı Güneş? Bunun taşıdığı anlamı çıkartamadım. Hulagu boyumu katleden Moğol kabilesinin baş kamıydı, o ne alaka? Bunu da bilmiyorum. "


"Hulagu öldürdüğüm kamın babasıydı."


"O zaman bu lanetini ciddi bir şekilde açıklar çünkü Hulagu sıradan bir kara şamandan ibaret değildi. Aynı zamanda ona verilen yetkiyi kötüye kullanan bir büyücüydü. Ben onu yıllar önce öldürürken oğlunun onun izinden gidip mirasını yaşatacağını zırvalamıştı. Anlaşılan saçmalamamış ve oğlu da babası gibi şamanlık tarihinin yüz karası olmuş. Bunu bilmiyordum.


Dokuz dallı ağaçtan ve onun çürük bir kırmızı elmasından bahsedip tıpkı senin gibi acı kandan, siyah damarlardan yakınmışım.


Tahminim Evliya Ağaç'ı bulup onun kırmızı ve çürük olmayan elmasını yemezsen zehirli kan vücuduna dağılmaya devam edecek ve siyah damarlar tüm her yerini kaplayınca öleceksin. "


"Çok iç açıcı bir öngörüydü, teşekkürler."


"Bir şey değil." deyip devam ettim çıkarım yapmaya. "İki bebek ve yaralı dişi kurt?"


"Asena* gibi mi?"


"Sanmam, Asena iki bebekten değil tek bir bebekten sorumluydu. Bahsi geçen Türklerin kurdu değil, Romalıların kurdu: Roma şehrinin kurucuları Romus ve Romulus'u büyüten dişi kurt."


"Nereden biliyorsun?"


"Dişi kurda saplanan Kartaca sancağı da ondan. Bu sancağın metal ucunun üstünde Güneş, onun altında da hilal vardır. Tıpkı sayıkladığım gibi. Ayrıca Roma şehri aldığı en büyük yenilgiyi şu anki Kartaca kralı Hannibal'dan aldı. Her ne arıyorsan Kartaca'da olmalı."


"Kartaca olduğundan emin misin? Yerin yedi kat dibine inmekten zor oraya gitmek."


"Kolay olacak demedim, hayatını kurtaracak şey orada dedim. Gidip gitmemek senin paşa gönlünün bileceği iş."


"Bana sürekli ucunda yaşamak ya da ölmek olan, verebileceğim tek bir cevaba sahip sorular sorup duruyorsun."


"Hayat acımasız ve ben sadece bir açıklayıcıyım." deyip ellerimi yapacak bir şeyim olmadığını gösterir şekilde kaldırdım. "Kalpteki güzel kadın? Sanırım yapılacak yolculuk birtakım gönül işleri yüzünden sıkıcılaşacak." Sustum.


"Bu kadar mı? Neden kalbin yerinde olmadığı için çığlık atıyordun?"


"Bu kadar. Kalbimin yokluğu benim sorunum, senin değil."


"Aman, çok dertliydim kalbinin yerini bilmediğim için!" Bu kez göz devirme sırası ondaydı. "Sonuç olarak Kartaca'ya ağacı bulmaya mı gitmem gerekiyor?"


"Evet."


"Peki sen? Bana yardım edecek misin?" diye umutla sordu.


"Kendi milletimden insanların katli göz yumayacağım son şey bile olamaz ve sen buna engel olabilecek yegâne kişi gibi duruyorsun. Yani evet fakat işe yarayacağını sanmıyorum. Yine de 'En azından denedim.' demek için çabalamak zorundayım. Sonuçta söz konusu olan halk benim de halkım. Hem Kayra Han'ın kut verecek kadar güvendiği birinden yardımımı esirgemek benim ne haddime?" Görümü yanlış yorumlamadığımı ve hata etmediğimi umut ediyordum.


"Sevinsem mi, üzülsem mi? İkilemde kaldım."


"İkisi için de istemeyeceğin kadar vaktin olacak çünkü az önce dediğin gibi Kartaca yerin yedi kat dibi kadar uzak. Az buz yol gitmeyeceğiz. Şimdi kolunu uzat."


"Neden?" diyerek tereddüt etse de uzattı bileğini.


"Onu değil, sıkıntılı olanı." Gidip bir kase aldım ve bileğini kasenin üzerinde tutup siyah damarların üzerine bıçakla çizik attım. Cidden kapkara olan kanı bir miktar kasede birikince Modu'ya yarasını sarması için bez verip parmaklarımı lanetli sıvıyla ıslattım.


"Bunu neden yaptın?"


"Lanetin ilerlemesini durdurmak için karışım hazırlayacağım ama bunun için önce maddesel içeriğini bilmem gerek."


Parmaklarımı burnuma yaklaştırıp kanı koklayınca kafamda iksirin içine koyacaklarımın taslağı oluşmuştu bile.  


Konuşmamızı kulak tırmalayıcı bir paslı demir sürtünme sesi böldü:


"Bu da ne?" İkimiz de evin dışına fırladık. Sesi çıkartan ve çıkartmaya devam eden benim ruh korkuluğumdu. Horoz şeklinde ve toprağa saplı korkuluk hiç rüzgar etmediği halde çılgınlar gibi dönüyor ve çirkin sesler çıkarıyordu. "Havada küçücük bir meltem dahi yok, neden ve nasıl hareket ediyor bu?"


"Çünkü onu hareket ettiren şey rüzgar değil ruhlar. Bir sorun var ve beni uyarıyorlar."


"Ne peki?"


"Çeneni kaparsan öğreneceğim!" Gözlerimi kapadım ve ellerimi göğsümde birleştirdim. Hızlıca "Söyleyin bana, tehlike mi var yakınlarda? Kötü bir amaç mı seziyorsunuz yoksa? Sizi ne endişelendiriyor? Anlatın, dilimi kullanın, yardım edin." diye fısıldadım. Tek gözümü açıp etrafa baktım, hiçbir değişiklik yoktu. Tekrar göz kapaklarımı indirirken bu kez çözümü farklı bir kaynaktan istemenin yararlı olabileceğini düşündüm. "Tâbiatın yükseklerdeki askeri, göklerin hâkimi kartal; yakınlardaki bir tehlikenin uyarısını ruhlardan duydum, görmemi de senin sağlaması istiyorum."


Gözlerimi açtığımda gördüğüm şey artık bahçem değildi çünkü bir kartal gözlerini, keskin bakışları kullanmam için bana ödünç vermişti.


Bu kartal kısa bir süre uçtuktan sonra yaklaşık yirmi kişilik bir Moğol süvari grubunun üstünde tur atmaya başladı. Bu birlik benim evime doğru ilerliyordu.


Kartal onların konuşmalarını duyabileceğim kadar alçaldığında üçgen oluşturacak şekilde ilerleyen süvarilerin en başındaki adamın konuşmasını dinlemek için kulak kesildim:


"Etrafı iyi izleyin, onun her yerde gözü kulağı vardır. Yerdeki solucan bile ajanı olabilir, bu yüzden gördüğünüz hiçbir hayvanı es geçmeyin, hepsini öldürün. Topraklarında davetsiz misafirden hiç hoşlanmaz ve bizi fark ederse sürpriz avantajımızı kaybederiz." Bu adam her kimse beni tanıyordu ve bundan hiç hoşlanmamıştım. Daha acemi olduğu belli bir süvari araya girdi.


"Sonrasında hayvan ruhlarının öfkesiyle nasıl uğraşacağız?"


"Görevine odaklan ve ruhlarla iletişim kurmayı bana bırak!" Artık şaman olduğunu anladığım adamın birden parlaması tanıdık gelmişti. "Vardığımızda siz kutluyla ilgileneceksiniz. Son kez hatırlatıyorum, sadece kutlu ile uğraşıp Saranzay'ı bana bırakacaksınız-" Adımı bile biliyor, harika!


"Şu da nedir?" Birden hepsinin kafası yukarıya, havaya kalktı ve onları izlememi sağlayan kartala gözlerini diktiler.


"Öldürün o lanet kuşu!" Kartalım onlardan uzağa uçmaya çalışsa da Moğol şamanın yönlendirdiği rüzgar zavallı hayvanı geriye ve aşağıya çekiyordu. En sonunda yağdırılan ok yağmurundan ikisi hedefini buldu ve biri kartalın kanadına, diğeri gövdesine saplandı.


Hayvancağız Kayra Han'a kavuşurken ben de gözlerime döndüm. Beni sarsan kutluyu kendimden uzağa ittirdim:


"Neler oldu?" Evime dönüp çekmeceleri karıştırmaya başladım, Modu da kuyruk gibi beni takip ediyordu.


"Senin yüzünden bir grup Moğol atlısı evimi bulmuş! Atının hızına kafamı taktığım için onları fark etmediğine inanamıyorum! Takip edildiğinin dikkatimden kaçtığına da!"


"Hayır! Takip ediliyor olamam! Patikalar, kimsenin kullanmadığı geçitler kullanarak ilerledim hep! Hem yerde iz bile bırakmayacak kadar hızlı at kullanırım ben!"


"Bunun sebebine sonra geleceğim, şimdi onları uzaklaştıracak bir şey bulmalıyım." deyip kilere girdim ve aradığımı buldum. "İşte! Sence kaplan mı yoksa çita mı?"


"Ne?"


"Unut gitsin. Kaplanı alıyorum." İçinde bir avuç kaplan tüyü ve bir tane de dişi bulunan kumaş torbayı alıp tekrar bahçeme döndüm.


"Açıklama yapmayacak mısın? Hiçbir şey anlamadım!"


"Sana hiçbir şey açıklamak zorunda değilim!" Yüzümdeki örtüyü çıkarıp yere fırlattım, saç örgümü bozup hâlâ üzerimde olan terletici kalınlıktaki manyaktan kurtuldum. "Moğol arkadaşlarını kovalayacağım ve sen gelmeyeceksin. Sayıları çok fazla olduğundan hayvan dostlarımdan yardım alacağım."


"Beklediğimden daha az çirkinmişsin." dedi beklediğimin tam aksi bir tepki vererek. Ona ağzının payını verme isteğimi bastırdım çünkü şu an ilgilenmem gereken sorun Modu ve onun patavatsızlığından çok daha büyüktü. Harekete geçip şekil değiştirmeli ve davetsiz misafirlerimi def etmeliydim. "Dur, dur! N'apıyorsun sen?" Manyağın altına giydiğim kıyafetleri de çıkarırken bana dik dik ve şaşkınlıkla bakıyordu.


"Centilmenlik yapıp arkanı dönmeni önerirdim fakat 'Yok, ben düşüncesiz mandanın tekiyim.' demekte ısrarcıysan kaplan olduktan sonra seni zevkle boğarım." Sırtını bana çevirdi ancak susmadı.  


"Geldiğimden beri yeminli gibi benden yüzünü saklıyorsun ama Moğol'ları kovalamak için önümde soyunmaya kalkıyorsun ve suçlu ben mi oluyorum?"


"Aynen öyle!" Takılarımı da çıkarınca üzerimde kaplana dönüşünce parçalanacak hiçbir şey kalmamıştı. Kumaş torbadan tüyleri ve dişi çıkarttım. "Seni görmüyorum diye bana baktığını hissetmediğimi zannetmemelisin."


"Sana bakmıyordum!"


"Şimdi baktın."


"Cevap vermek içindi!" Dalga geçtiğimi belli ederek güldüm. "Aman be!" Yere ellerimi ve dizlerimi koyup gözlerimi kapadım; kaplanların koşuşunu, kürklerinin dokusunu, avlanmalarını ve kükremelerini hayal ettim.


Şekil değiştirmeyi en son yıllar önce yapmıştım ve doğal olarak hamlamışım. Başta aniden tüm kemiklerimi sızlatan berbat bir acı yüzünden beceremedim ama ikinci sefer becerdim.


Ellerinizin yerinde pençeler görmek her ne kadar sıradan bir şey olmasa da bence asıl tuhaflık içinizde kontrol altında tutmanız gereken dev bir kedinin dürtüleri taşımaktı. Resmen canım çiğ çiğ antilop yemek istiyordu!


İğrenç.


İnsani tarafımın hâlâ baskın taraf olması ve çiğ antilop eti yeme fikrinden hoşlanmaması iyi bir şeydi değildi mi?


Modu kınındaki kılıcına dokunduğunda bu hareketinin benimle ilgisi olmadığını bilmeme rağmen tüm kaslarım gerildi:


"Gelmemi istemediğinden emin misin? Yardım edebilirdim." Kafamla onayladım çünkü konuşamıyordum, doğal olarak. "Kayra Han aşkına, bu çok acayip."


Kendimi durduramayıp "Sensin acayip!" demek için ağzımı açtım lakin bunun yerine yeri göğü inletecek ve Modu'yu korkutup ona kılıcını çıkarttıracak kadar yüksek sesle kükredim.


Şu anki durumum cidden bir hayli garipti ve daha uzun sürmesini istemediğim için tabanları yağladım.


Daha doğrusu, patilerimi. Lanet olsun!


Belki de ben çok hızlı koştuğum, belki de Moğol süvarilerinin yanındaki kam rüzgarı arkasına aldığı için birlikle tahminimden çabuk karşılaştık.


Sizi kovacağım için üzgünüm beyler fakat evimdeki davetsiz misafir bana yetiyor da artıyor bile!


Giydiği cüppenin kapşonu yüzünün üst kısmına gölge düşürdüğü için sadece pişkin pişkin sırıttığını görebildiğim şaman, birliğini durdurduktan sonra atından indi ve ben aklımdan geçirdiklerimi sözcüklere değil, sadece kükremeye dökebildiğim için sinirlendim:


"Ah Saranzay, nasılsın? Biz görüşmeyeli epey değişmişsin. Ve benden duymuş olma ama sanırım ağdaya ihtiyacın var." Birkaç süvariyi güldüren esprisini bu kez bile isteye çıkarttığım bir kükremeyle yok ettim. Kimdi bu görgüsüz geveze? "Hey, ne bu agresiflik? Beni tanımadın mı yoksa?" Kapşonunu yüzünden çekip omuzlarına düşürdü. "Ben senin kurtulduğunu sandığın kabusunum."


O adam Hulagu'ydu. Beş kuşaktır içinden hiç şaman çıkmamış bir aileden geldiğim için bu yetkiyi hak etmediğini düşünen, boyumu sırf bu yüzden diri diri yakmak için kabilesini ikna eden, yıllar önce kalbine kılıcımı sapladığım ve ruhunu yerin yedi kat dibine yolladığım adam. Ondan intikam alacak, onu öldürecek kadar kalbimde kin biriktirdiğim, alçaldığım için akıl hocam Utugan Tilbe ile aram bozulmuştu.


İçinde bulunduğum vaziyete bakılırsa ya ilkinde istemeden de olsa yarım bıraktığım bir işi tamamlayacaktım ya da o caniyi ikinci kez öldürmek zorunda kalacaktım.


Her türlü eğlenecektim kısacası.


Asena*: Bir ismi de Aşina'dır, Türk mitolojisinde önemli bir rol oynayan efsanevi dişi kurttur. Türklerin ondan türediğine inanılır.


 
 
 

Recent Posts

See All

Comments


  • Pinterest
  • Tumblr Social Icon
  • Instagram

©2020 by Kelime Ressamı. Proudly created with Wix.com

bottom of page