Kuzey Rüzgârına Yakalan Gemi × 2
- Kelime Ressamı

- Jul 14, 2020
- 8 min read
İoana çok heyecanlıydı.
Hem de çok! Sølv'e bilip bilmediği bir sürü soru soruyor, güneş batmakta olduğundan pazardaki alışverişini hızlandırması gereken kardeşinin işini zorlaştırıyordu:
"Ona bilerek kaybettiğine inanamıyorum!" Sølv kıkırdadı.
"Nereden biliyorsun bilerek kaybettiğimi? Bence gayet dişli bir rakipti."
"Üzgünüm Sølv fakat kimse beni senin bir İtalyan peynirine gerçekten yenildiğine inandıramaz." Porir'in sözleri kadının gururunu okşamıştı.
"Büyük ihtimalle bana bir iş teklifinde bulunmadan önce potansiyelimi görmek istemiş bir herifi sakatlayıp işsiz mi kalmalıydım?" Sølv beğendiği derinin fiyatını hilkat garibesi tipli, uzun ve karışık sakallı pazarcı adama sordu. "Ne kadar bu Uggi?"
"Elli ama sana kırka bırakırım Ölüm Sarkıtı." Sølv lakabını duyunca ister istemez gülümsedi.
"En fazla otuz veririm."
"Bu sıradan bir fok derisi değil, onu bir dağ geyiğinin sırtından yüzdüm-"
"Yani?"
"Otuz beş, altını kabul etmem."
"Anlaştık Uggi." Adamla el sıkıştılar ve Sølv bir yandan zihninde satın aldığı deriden kendine dikeceği takımı canlandırırken bir yandan da pazarlık yapmadaki becerisi körelmediği için sevindi. Tezgahtan uzaklaştıklarında İoana ona laf yetiştirmeye devam etti.
"Belki iş konuştuktan sonra beraber gerçek bir randevuya çıkarsınız-"
"İoana, kardeşini sıkıştırmasan mı gün ışığım? Avrupa'yı en ufak köşesine kadar karış karış gezmiş birine memleketinde karşılaştığı sülük gördüğü tek yakışıklı herifmiş gibi muamele ediyorsun." Porir'in sesi kalınlaşmış, İoana'nın omzundaki kolu sıkılaşmıştı.
"Sen beni mi kıskanıyorsun?" Kadının yanakları pembeleşmişti, kocası kahkaha attı.
"Sabahtan beri kimin nesi neyin fesi, belirsiz bir adamdan ağzının sularını akıtarak bahsediyorsun alt tarafı. Niye kıskanayım?" İoana ona daha çok sokulup kulağına bir şey fısıldayacağı zaman Sølv isyan etti.
"Yanımda mart ayındaki kediler gibi birbirinize kur yapmayı kesin, siz evlisiniz! Gidin evinize, ne halt yapacaksanız orada yapın!"
"Kıskanacağına o adamla yemeğe çık."
"İoana!" deyip gözlerini devirse de sonra gülen çifte katıldı Sølv.
Dün akşamki İtalyan detaya girilmesi gerekirse adı Sirius olan Venedikli bir korsandı. Sølv onun ismini duymuştu: ustası Edward Teach'i kendi gemisi Kraliçe Anne'in İntikamı'nda çıkarttığı isyanda öldürüp yeni kaptan olan Hain Sirius.
Topraklarının verimsiz, tarımın acınacak halde olduğu İskandinavya Yarımadası korsanların uğrak bölgelerinden değildi, o bölgelere de uzaktaydı. Bu yüzden genç kadın, Hain Sirius'u kendi ayaklarına getiren bu işin önemli, para vadeden ve eğlenceli bir iş olacağını tahmin ediyordu.
Yani İoana'nın düşündüğünün aksine Sirius'a bakınca yakışıklı bir surat ve nazik bir korsandan farklı şeyler görüyordu.
Ritüelin bitişini -Hain'le buluşacağı için- merakla bekledi lakin onu hiçbir yerde göremedi. Kurbanların tapınak toprağını suladıkları için kansız bedenleri ağaç dallarına asıldı, şenliğin ikinci günü coşkuyla kutlandı, dualar edildi, tanrılar onurlandırılıp Ragnar başta olmak üzere tüm savaş kahramanları anıldı ve halk yeni krala övgüler yağdırıp iyi dileklerini de dileyince ziyafet masasına geçildi fakat hâlâ Sirius ortalıkta yoktu.
Sølv başka insanlara saçma gelse de mesleğinin güvene dayandığına inanırdı. Birine birini onun için öldürüp bundan kimseye bahsetmeyeceğine dair söz verir, aynı kişiden isteğini yerine getirdiği zaman hak ettiği parayı alacağının garantisini isterdi. Yalnızca mesleği mi? İnsan hayatı da karşısından geçen kişinin bıçak sallamayacağına, tabancasını kılıfında tutmayı seçeceğine yani adı güven olan bir pamuk ipliğine bağlıydı.
Bu düşünceleri, karnı çok aç olsa da bir söz verdiği için sofradaki leziz yemeklerin hiçbirine dokunmasına izin vermedi. Bir köşede oturup herkesin tıkınmasını, sarhoş olup ateşin çevresine sıra sıra oturmalarını izledi.
O ise şenlik ateşinin sol tarafında kalan bir ağacın altına diğerlerini görebilecek şekilde çöktü ve beklemeye başladı.
Çok geçmeden birisi yanına oturup üzerine gölgesini düşürdü ve Sølv'in saatlerdir devam edip artık sinirini bozan bekleyişi son buldu:
"Bu türkünün adı ne?" diye sordu Sirius, İoana'nın onlar konuşurken ateşin orada okuduğu türküyü kast ediyordu.
"Herr Mannelig."
"Melodisi çok hoş ama sözlerini anlayamıyorum, Norsça değil sanırsam."
"Norsça ancak ağzı buraya ait değil. Şarkıyı söyleyen kadın türkünün orijinaline sadık kalmak için türküyü iç kesimlerde yaşayan Norsların ağzıyla okuyor, onların ağızları daha ağır ve anlaşılmazdır."
"Neyi anlatıyor peki?" Sølv anlamayarak sırıtan adama baktı. Bir türkü hakkında sohbet etmek için mi dün gece -sırf ertesi gün adam kendisine iş verebilecek durumda olsun diye- lanet olası bir Avrupalının burnuyla kulağının yerini değiştirmemiş, bugün akşam da saatlerce beklemiş ve yemek sözü verdiği için kendini aç bırakmıştı yani? Dişlerini sıkarak cevapladı soruyu.
"Yakıcı kilise düzeninin ortasında kalmış ve kendisini küçüklükten beri Hristiyan camiasına adamış bir şövalye olan sizin dilinizde 'Sir', bizimkinde 'Herr' Mannelig'e karşılıksız ve imkansız bir aşk duyan, şeytanın tohumu olduğuna inanılan dişi dağ trolünün hikayesini anlatıyor."
"Bu kadar mı? Detaya girmeyecek misin?" Eğer onu yanlış anladıysa, amacı iş vermek değil de kendisini tavlamaksa Sølv onu vaktini boşa harcadığı için zevkine ve bedavaya öldürüp Avrupa krallıklarına jest yapacaktı.
"Sir Mannelig gerek yakışıklılığı ile gerek cesaretiyle döneminin en meşhur şövalyelerinden biridir. Bütün kadınların evlenmek ve apoletlerini kendi elleriyle temizlemek istedikleri bu adamın tek derdi ise savaş ve inandığı dindir.
Bir gün bir emir üzerine çıktığı dağda dişi dağ trolü onu görür ve aptalca bir aşka tutulur. Şövalye dağda kaldığı sürece hep onu takip eder. Yaptıklarını izler ve ona uzaktan şiirsel dizeler gönderir. Aşık olduğu kişinin bir Hristiyan asker olduğunu, kendisinin ise bir trol olduğunu elbette ki bilir ancak kalbine söz geçiremeyecek kadar tecrübesizdir.
Trol kız bir gün Mannelig'in önünü keser ve kendisine evlenme teklif eder. Eğer onunla evlenirse ona çeşitli hediyeler vereceğini, onu servet içinde yaşatacağını söyler. Mannelig büyük bir sükunet içinde kızın sözlerinin bitmesini bekler, onu pür dikkat dinler. Kız evlenme teklifini kabul edip etmediğini sorduğunda ise Mannelig inançlı bir Hristiyan olduğu ve inancına göre şeytandan doğmuş bir kişiyle evlenemeyeceğinden 'Hayır.' cevabını verir.
Dağların çocuğu trol kız mağarasına koşar ve bebek gibi ağlamaya başlar. Kız öyle bir ağlar ki tüm dağ sarsılır. Ağaçlarda tüm kuşlar kızın yanına gelir ve onunla beraber ağlarlar.
Büyük ihtimalle sonra Sir Mannelig bir aptalla evlenip başka aptallar yapmış ve ölmüştür, trol kız da hiçliğe karışmıştır." Sølv İoana'nın o sırada söylediği dizelere mırıldanarak saydırdı.
"Herr Mannelig Herr Mannelig, benimle evlenir misin?
Sana vereceğim tüm şeyler için.
Eğer istiyorsan sadece evet veya hayır de,
Yapacak mısın yoksa yapmayacak mısın?
On iki değirmen vereceğim sana,
Tillö ve Ternö arasında.
Taşları en kırmızı bakırdan yapılmış,
Ve çarkları gümüşle doldurulmuş.
Bir kılıç vereceğim sana,
Halkaları on beş altın yüzükten.
Ve benim istediğim gibi savaşacaksın,
Kazanmak için,savaş meydanında.
Çok yeni bir gömlek vereceğim sana,
Yıpranmamışı, en iyisi.
Dikilmemiş iğne veya tahtayla,
Ama beyaz ipekten tığ işi." Sirius kahkaha attı.
"Hristiyanları mı sevmiyorsun, türküyü mü? Anlayamadım."
"Trol kızın bir adam için düştüğü halleri saçma buluyorum, yoksa Herr Mannelig güzel bir türkü. Hatta küçükken kardeşimle favorimizdi.
Hristiyanlıkla yani bir din, bir seçimle ilgili hiçbir sorunum yok; yalnızca halkımı zamanında katletmiş ve kralımı öldürmüş, hemcinslerimi aşağılayan ve zamanımı bir hiç uğruna harcayan Hristiyanlarla derdim var." Sirius'un yüzünden bir an bile eksik olmayan gülüşü kendisine yapılan imâyla büyüdü, ayağa kalktı.
"Benim geldiğim yerde insanlar konuya direkt girilmez, önce nezaketen bir ön sohbet yapılır."
"Biz Norslar dolandırmayı sevmeyiz."
"Eh, misafir olan ben olduğuma göre size uyacağım. Aç olduğunu tahmin ediyorum?"
"Beni biraz daha oyalarsan seni bile yiyebilirim."
"O zaman hemen restorana gidelim ve mideni yarıdan fazlası içkiyle dolu bir korsandan daha lezzetli şeylerle dolduralım." Uppsala'da oturup yemek yiyebileceğiniz yer sayısı çok değildi ve anlaşılan Sirius sadece birini biliyordu: henüz kimsenin olmadığı, inin cinin top oynadığı Midye'nin mekanını.
Genç adamın Viking mutfağı hakkında bildikleri en az gelenekleriyle ilgili bildikleri kadar sığ olduğundan aynısından kendisine söylemek için kadının sipariş vermesini bekledi. Sølv da sanki ezberlemiş gibi hiç düşünmeden isteğini belirtti:
"Bir tabak lutefisk, iki üç kaşık skyr ve bir bardak bal şarabı. Büyük bardak olsun."
"Lutefisk neyden? Morinadan mı, somondan mı?"
"Uskumru yok mu?"
"Uskumrudan olanları ben yiyeceğim."
"Sağ ol Midye! O zaman morina."
"Tamamdır Sølv. Sen ne istiyorsun İtalyan?"
"Aynısından." Sirius Midye ve Sølv'in gülüşmesinden yemek seçimi konusunda bir Viking'e güvenmemesi gerektiğini anlamalıydı fakat o midesini iki üç gün boyunca bozacak bir yemek yemeden önce yalnızca "Bu kadar komik olan ne?" diyebildi.
Lutefisk, morina gibi balıklardan kesilen filetoların yenmeden günler önce kostik içinde bekletilmesiyle elde edilen, jelatinimsi yapıda bir yemek; farklı bir açıdan bakılırsa tuz yatakları açısından fakir İskandinav bölgesinde protein zengini balıkların saklanması için bir zorunluluktu. Vikingler değerli balıklarını yenilebilir durumda tutmanın daha lezzetli bir yolu olmadığından dolayı onları lutefisk yapmaktan başka seçenekleri yoktu. Zaten yedikçe tadına karşı bağışıklık kazanmışlardı ancak ilk kez yiyen insanların kustuğu çok olurdu. Sirius lutefiskten ilk lokmasını aldığında aslında çoğu kişi gibi yere tükürecekti ama -o sırada lanet ettiği nezaket kurallarından dolayı- kendini yutmaya zorladı. Genç adam resmen işkence çekerken Sølv ve Midye ise kahkahalarla gülüyorlardı. Sirius onların bu pis kokulu, insanı balık olduğuna inandırmak için bin şahit gerekecek jölemsi şeyi önlerinde sanki pasta varmış gibi iştahla yediklerini gördükçe gözlerine inanamıyordu:
"Bu şey de ne böyle? Siz bunu nasıl yiyorsunuz?"
"O şey kostikte bekletilmiş morina ve bizim ana besin kaynağımız." Sølv ağzındakini çiğneyip yutarken omuz silkti.
"İnsan alışıyor, lutefisk yemekten artık tat almaz oldum. Her lokmayı bal şarabıyla yut." Sirius çok aç olduğu ve lokantada başka bir yiyecek olmadığını tahmin ettiği için kadının sözünü dinledi. Boğazından aşağıya yolladığı her lutefisk parçasını tadını yok etsin diye bal şarabına boğuyordu.
"Peki bu ne? Umarım tadı çamura benzemiyordur."
"Skyr mi? Yağsız ve yoğun yoğurt. Yoğurt ne biliyor musun?"
Sirius bu soruya gözlerini yuvarlayıp "Sence?" bakışı atarak cevap verdi.
Midye kendininkiyle Sølv'in tabağını boşaldıkları için alıp içeri götürdü. Genç kadın hâlâ lutefiski ile çırpınıp duran Hain'in haline güldü. Venedik'te yiyeceklerin haslarının tadına -en kötü ihtimalle çalıp- bakmış birine göre Viking mutfağı çöplük gibi geliyor olmalıydı.
Sølv sırtını tezgaha dayayıp elinde içkisiyle denize yüzünü döndüğünde Sirius sonunda son lokmasını yutabilmiş ve tabağındakini bitirebilmişti. Sabahtan beri hiçbir şey yememiş biri için bile lutefisk yemek işkenceydi:
"Yerken hiç kusmadın, sağlam bir miden olmalı."
"Bir daha gemide yediğim bitli peksimetten dahi şikayet etmeyeceğim." Kadın güldü ancak sonra birden ciddileşti. Tekrar konuşmak ve bu defa konuya girmek için Midye'nin boş bulaşıkları alıp, içkileri tazeleyip tekrar gitmesini bekledi.
"Ee?" Sirius vücudunu ele geçirmiş tadı defetmek için ağzını doldurduğu bal şarabını yutmakla uğraştığı için cevap vermede gecikti.
"Ne?"
"Neden buradayım? Neden buradasın? Neden geminde, huzurlu huzurlu bitli peksimetini kemirmek yerine burada, kendini kusmuktan hallice bir balık yemeğini yemeye zorluyorsun?"
"Manzara güzel." deyip ufak bir baş hareketiyle önlerindeki iskeleyi döven, her daim lacivert denizi işaret etti.
"Sen bir korsansın, dünyanın en güzel sularını gezme fırsatı eline defalarca geçmiştir -kimse beni aksine inandıramaz- ve gelip bana Uppsala'nın hırçın, renksiz denizini mi övüyorsun?" İkisi konuşurken bir yandan dalgaların sebebi, buz gibi soğuk rüzgar denizin iyodunu onlara taşıyıp tenlerini yapış yapış ediyordu.
"Söylediğin gibi ben bir korsanım. İster renksiz ister inatçı olsun, ben de her denizci gibi sulara aşığım."
"Uppsala'ya bunun için mi geldin yani? Deniz manzarası izlemeye?" Sirius kadının sabırsızlığına kıkırdadı. "Yoksa amacın beni sarhoş edip yatağa mı atmak? Eğer öyleyse üzgünüm ama kolay kolay devrilmem."
"Sabah kalktığımda kafamı yerinde bulacağımdan emin olabilseydim bunu düşünebilirdim." Sirius pantolonun cebine sıkıştırdığı, artık buruş buruş olmuş notu çıkartıp Sølv'e verdi. "Oku."
Bu resmi bir evraktı ve İngiltere'de şu sıralar bulunan en güçlü krallık Wessex'in Canterbury şehrinin valisi Sir Alexandr'ın mührünü taşıyordu.
Üzerinde eğitimli birine ait olduğu belli, özenli bir el yazısıyla "Sayın Ölüm Sarkıtı Sølv, sizi iş konuşmak için Canterbury'ye davet ediyorum.
İş konuştuğumuz süre boyunca Canterbury'de dokunulmaz olacaksınız fakat bir anlaşmaya varamazsak bu ayrıcalığı tahmin edebileceğiniz sebeplerden dolayı geri almak zorunda kalacağım. Olur da anlaşırsak anlaştığımız andan size verilen görevi yerine getirdiğiniz için ödemenizi aldığınız ana kadar benim yetki alanımda can güvenliğiniz için dert etmenize gerek kalmayacak.
Sizi sağ salim Canterbury'ye getirmeleri için Hain Sirius ve tayfası ile anlaştım ancak arzu ederseniz farklı yollarla da şehrimize gelebilirsiniz.
Gelip gelmemek sizin kararınız lakin her iki durumda da bu mektuptan kimseye bahsetmemelisiniz. Mesleğinizde gizliliğin esas olduğunu biliyorum ve aynı hassasiyeti bekliyorum. Aksi taktirde nereye giderseniz gidin nasıl yaptıysam tekrar yapar ve sizi bulur, bunu ödetirim.
İmza: Canterbury Valisi Sir Alexandr" yazıyordu.
Sølv İngilizce yazılmış mektubu okumayı bitirdiğinde burun kıvırarak:
"Demek artık devlete bağlı bir korsan oldun? Bu kulağına gelmemişti." dedi ama Sirius reddetti.
"Hayır, ben beyaz peruklularla çalışmam. Sadece vali olacak o herife parayla ödeyemeyeceğim bir borcum vardı, onu da seni Alexandr'a canlı olarak taşıyarak ödeyeceğim. Tabii eğer kabul edersen."
Sanırım normal bir kız olsa "Hayır." demesi, tanışmalarının üzerinden bir gün anca geçen bir adama canını emanet edip gemisine binecek kadar güvenmemesi gerekirdi fakat Sølv omuz silkip "Canımı sıkan olursa ellerinden birini keser denize atarım." diye düşündü ve kabul etti:
"Bir şartım var."
"Seni dinliyorum."
"Yedi gece sonra, yani şenlik bitince yola çıkacağız."
"Bana uyar." Sølv Sirius ile el sıkışırken yalnızca bir seçimin hayatını nasıl tepetaklak edeceğinden habersizdi.

Comments