Şapkacı -3- "Curcuna"
- Kelime Ressamı

- May 13, 2020
- 7 min read
Bazınızı, bazınızla imtihan edeceğiz.
En'am Suresi, 6/53
♤♧◇ ~ ◇♧♤
Þ
'Efsunkar'
Etrafı kolaçan ettim, kimsenin olmadığından emin olduktan sonra çalının içinden çıkıp ona beni takip etmesi işaretini verdim. Artık Renksiz Orman'ın içindeydik ve sık ağaçların önümüzü görmemizi sağlayacak ışığı sadece Ay ile ateşböceklerinden alabiliyorduk :
"Buranın varlığından haberin vardı yani?"
"Buraya bir geçit açmaya çalıştığıma göre? Evet, seni deha."
"Ama nasıl?"
"Babam bana masallar anlatırdı, rüyasında sayıklardı. Ayrıca babamın adını kullanarak araştırma yapınca da işe yarar şeyler öğrenmem hiç zor olmadı."
"Baban kimdi ki de adını kullanmak sana avantaj sağladı."
"Dünyadaki ismi Umut Uzay'dı, gerçek adı ise Çılgın Şapkacı."
"Çılgın Şapkacı..." diye tekrar ederken hâlâ inananamıyor gibiydi.
"Sana bir tavsiye vereyim mi? Tüm gerçeklik algını bir kenara at, bildiklerini unut. Burası olduğunu imkansız sandığın şeylerin gerçekleştiği yer, tahmin yürütmen bile imkansız." Bir süredir yürüdüğümüz halde karşılaştığımız şeyler yalnızca ağaçlar ve çimenler olduğundan dolayı evi bulma umudum hafiften zayıflamıştı çünkü. "Babam Harikalar Diyarı'ndan, başka masal ve hikaye evrenlerinden kaçmak için yardım isteyen kişilere yardım ederdi. Onları güvenli evrenlere yerleştirirdi. Ben bunları babam kaybolduktan sonra eşyalarını karıştırırken bulduğum mektuplarından öğrendim ve babamın Dünya'ya yerleştirdiği kişilerden bilgiler aldım. Ne kadar fazla olduklarına inanamazsın, normal insanlar arasına o kadar iyi karışmışlar ki! Bir yolda yürürken gördüğün insanların aslında dörtte biri aslında başka bir evrendendir."
"Ne? Gerçekten mi?"
"Evet! Babam da onlardan biriydi işte."
"Peki neden gitti?" Kaşlarım çatıldı, bu konu benim hiç kabuk bağlamamış yaramdı. Genelde birilerine anlatmak tercihim olmasa da ona anlatmam ya da anlatmamam hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Bu bilgiyi Dünya'da belki kullanabilirdi ama burada kullanması onun yararına olmazdı.
"Bir bedel ödemesi gerekiyordu."
"Neyin bedelini?"
"Çok soru soruyorsun." diye sitem etsem de cevap verdim. "Beni güvende tutmanın bedelini. Annem ve o bu yüzden Kırmızı Kraliçe'nin elinde." Daha fazla bunun hakkından konuşmak istemiyordum. Gözlerimin dolmaması için dikkatimi dağıtmalıydım. "Bu konuyu kapatıyorum çünkü bazı şeyleri açıklığa getirmemiz gerek." Gözlerini bıkkınlıkla devirdi. Ne diyeceğimin az çok farkında olmalıydı. "Söylediklerimi reddetmek ve yalanlamak yok. Bana karşı güvensizlik de yok. Eğer bir tehlike ile karşılaşırsak ayak bağı olmak hiç yok. "
"Burada tehlike olma şansı mı var?"
"Elbette." Yakından gelen bir cırcır böceği sesi duyuyordum. "Babam burası hakkında cidden çok fazla şey anlatırdı ve hepsinde tehlike, kötülük vardı." Yüzüne korku dolu bir ifade çizildi.
"Ne, nasıl? İmkanı yok!"
"O masallara inanmamı sağlayan da buydu. Her masalda, hayatta olduğu kadar tehlike ve korku vardı. Gerçekti, elimle dokunup tadını alabileceğim kadar gerçek."
"Mesela?" Bir, iki, üç; bir iki, üç...
"Kart Askerlerin gece devriye gezmesi gibi." Daha der gibi baktı. "Kupalar Kraliçesi'nin etrafa saldığı korku ve kötü nam salmış olması, Kırmızı Kraliçe'nin kelle uçurma hobisi, Diyarlar Geçitlerinin kötü insanların eline düşmesi ve masalları birbirine karıştırılması falan." Ayak ve kart karışma sesleri arttı. Birileri cidden devriye geziyordu. Ağacın arasından kırık beyaz, kırmızı çerçeveli bir kart kenarı gördüm. Kırmızı asker botları vardı. "Kahretsin!" diye sessizce lanet ettim.
"Neler oluyor-" Elimle Deniz'in ağzını kapattım ve dudaklarıma işaret parmağımı bastırıp sessiz olmasını belirttim. Acilen bir çözüm bulmalıydık -daha doğrusu bulmalıydım- yoksa Kırmızı Kraliçe'nin adamları -pardon kartları- bizi yakalardı ve başımıza gelenler sadece yakalanmakla kalmazdı.
Aralarına saklanabileceğimiz ağaçlar tam manasıyla güvenilir olmadığından ve bulunduğumuz yerde onlardan başka bir şey olmadığından dolayı acilen buradan uzaklaşmalıydık ama nasıl?
Harika Nehir, Beyaz Saray'ın yanında bir yerlerde kaynağını alarak Renksiz Orman boyunca akar ve Kızıl Uçurum'da son bulurdu. Babamın evinin yakınından da geçiyordu yani beni olmam gereken yere götürecek bir hız treninden farksızdı yanımızdan akan bu akarsu.
Elini yakaladığım gibi ona tereddüt etmesi, soru sorması için vakit tanımadan Deniz'i nehre çektim ardından onu sulara ittim. Sonra kendim de atladım.
Suyun sıcacık olmasını beklediniz değil mi? Fakat hayır, su kutuplardan gelmiş gibi soğuktu. Akıntı beni sürüklerken suyun altına bir girip bir çıkıyor ve tir tir titriyordum. Vücudum resmen beynime kadar uyuşmuştu, karnıma çektiğim bacaklarıma sarılıp tortop olmuştum.
Suyun soğukluğunun zihin uyuşturucu etkisine yenilmemeliydim çünkü nehir bir uçuruma akıyordu, üstelik Kızıl Uçurum'a. Onun dibini boylamak istemezdim.
Su yüzeyinde durmak için çabaladım ve bu süre zarfında Deniz'e bağırdım çünkü hava etrafa bakınarak onu bulamayacağım kadar kararmıştı. Umuyordum ki hızlı ve güçlü akıntı onu benden çok uzağa sürüklememişti:
"Deniz! Deniz! Neredesin? Buradan çıkmamız gerek!" Dönüt alamayınca enerjimi boşa harcamamak için dalgalara direnmemeyi tercih ettim ve suyun altına girdim. Orada da yüzen bir beden aradım ancak görüş alanım karanlıktan ve sudan dolayı çok kısıtlıydı, tekrar yüzeye çıktım. "Deniz! Hey! Beni duyuyor musun? Nehirden çıkmalıyız-"
"Kıyıdayım!" Sonunda cevap aldığımda şaşırmamış değildim. "Karaya çıktım, kıyıya yüz! Seni çekeceğim!" Dediğini yapmak için harekete geçsem de hemen uyarı aldım. "O kıyı değil!"
Nasıl ters tarafa yüzdüğümü gördüğü bir muamma olsa da asıl sorunum şu an bu değildi.
Doğru yöne yüzmek için sarf ettiğim çabanın ne kadar büyük olduğunu anlatamam, akıntı beni oradan uzak tutmak için her şeyi yapıyor gibiydi. Bu yüzden karaya vardığım zaman sabit durabilmek için tırnaklarımı toprağa saplamak zorunda kaldım :
"Ellerini uzat!" Onları Deniz'in silüeti önümde belirince yerinden çıkarttım, ellerimi yakaladı fakat çamurla kayganlaşmış parmaklarım tutuşunun arasından kayıp gitti. Ben de bunu beklemediğim için sulara gömülüverdim.
Deniz eteğimin ucunu ve kolunu son anda yakalamasaydı çoktan kıyıdan uzaklaşacaktım. Neyseki öyle olmadı, yeniden ufak bir denge kaybı yaşasam da karaya çıktım. Yanlışlıkla üzerine yuttuğum suyu boşalttığım Deniz yüzündeki ıslaklığı silerek :
"Hep böyle mi teşekkür edersin?" dedi. Ayağa kalkarken ona hafifçe yaslanmam gerekti. Başım dönüyordu.
"Neden sana teşekkür edecekmişim?"
"Seni boğulmaktan kurtardım."
"Asıl ben seni Kart Askerler'den kurtardım!"
"Onlar da nedir?"
"Nehire atlamadan önce karşılaştığımız askerler. Kırmızı Kraliçenin adamlarıdırlar."
"Burası kimin emrinde?"
"Harikalar Diyarı Beyaz Kraliçe'nin emrinde, Renksiz Orman tarafsız bölgedir ve asker bulundurmak yasaktır."
"O zaman nasıl ve neden burada gezinip duruyor?"
"Bir şey arıyorlar. Ama bu kadar sesli aradıklarını bilmiyordum. Yakalanmaktan korkmuyorlar gibiydi. Babam dikkat çekmemek ve fark edilmemek için sessiz olduklarını söylerdi oysa. Bu hiç normal değil."
"Ne arıyorlar?"
"Tam olarak bilmiyorum."
"Hangi yöne gidiyoruz?" Dudaklarımı ısırdım. Diş izleri moraracaktı. Ama umrumda da değildi. Sonuçta akşam çıkmam gereken bir gösteri yoktu.
"Ben... Emin değilim."
"Az önce birkaç oyuncak asker yüzünden neredeyse boğuluyorduk ve şimdi kayıp mı olduk? Harika!"
Uzun, kıvırcık saçlarım ıslanarak kıyafetlerimle birlikte tenime yapışmıştı ve bu esen rüzgarla birleşince ortaya aşırı derecede rahatsız edici ve soğuk bir birleşim çıkartıyordu. Bu yüzden tir tir titriyor ve kumaş parçalarını çevirerek sıkmaya, bana değmemelerini sağlamaya çalışıyordum ki pek beceremiyordum. Asıl ''harika" olan şey bu lanet olası çok bilmiş, hiçbir şeyden haberin yok:
"Bağırmasana! Biliyorum ben yolumu! Hem nereye bakıyorsun sen?" Gözleri sürekli aşağıya kayıyordu, bakışlarını takip edince geldiğim yer neredeyse kalçama kadar yırtılmış eteğimdi. Bir elimle akarsudan çıkarken duyduğum kumaş yırtılma sesinin nedeni olan yırtığı birleştirmeye çalışırken diğer elimle ona tokat attım.
"Na yapıyorsun ya? Sana bakmıyordum ben-"
"Kapa çeneni! Pislik!" Kıpkırmızı olduğuma emindim ancak bunun sebebi sinir mi, utanç mı yoksa ikisi birden mi; onu bilmiyordum.
Sırtındaki şaftı kaymış çirkin yün ceketi çıkartıp omzuma bastırdı, bende hemen onu alıp eteğin yırtık kısmını kapatacak şekilde belime bağladım:
"Sana bakmıyordum-"
"Tek kelime daha etme." deyip çenemi sıktım. Dikkatimi onlarca ateşböceğiyle aydınlanan yola vermeliydim, yeterince oyalanmıştık. Bir masal diyarında da olsanız geceleri dışarıda uzun süre kalmamalısınız, karanlık Kart Askerler gibi birçok tehdite cesaret ve kamuflaj olur.
Onlarca ateşböceği? Bu kadar böceği bir arada hiç görmemiştim doğrusu.
Devasa sürününün huzurlu üyeleri, düzenli bir sırada salına salına uçuyordu. Sanki gidecekleri belli bir hedefleri varmış ya da bir yolu takip ediyorlarmış gibi görünüyorlardı.
Karanlığı benek benek yaran küçük ışık kaynaklarından birinin dahi kurdukları rotadan şaşmayışı, yoldan ayrılmayışı ve ne tarafa gidersek orada karşımıza çıkmaları tesadüf olamazdı. Bunu Deniz'e söylesem deli olduğumu veyahut çıldırdığımı düşünürdü ama ben biliyordum ki masallarda olan hiçbir şey sebepsiz değildir:
"Bekle." Elimi göğsüne bastırıp onu durdurdum. "Biraz hızlanacağım, beni takip et ve yanımdan ayrılma. Anlaştık mı?"
"Tüm patikaları deneyip bizi eve hangisinin götüreceğini mi bulacağız? Daha güzel kaybolamazdık." Gözlerimi devirdim.
"Bizi doğrudan eve götüreceğim aptal."
"Gerçeği söyle, bu kez beni uçurumdan atacaksın değil mi?"
"Geçitten geçerken yarısını kaybettiğin beyninin geri kalanını da nehirde bıraktın kesin, bu düşük çenenin başka açıklaması olamaz!" Ciğerlerime doldurduğum nefesi, yavaşça dışarı verdim. Ben bu çocukla nasıl başa çıkacaktım? "Sadece ses çıkartmadan bana ayak uydur." deyip ateşböceklerinin haritasını izleyerek koşmaya başladım.
Toplu ve sık durdukları zaman çevreyi en az bir lamba kadar aydınlatan ateşböceklerinin etrafa dağıldığı noktaya geldiğimizde olmamız gereken yere geldiğimizi anladım. Tek sıkıntı, burada ne ev ne de bir kulübe olmasıydı. Karşımda ve yanımda yalnızca çalılar vardı, içinden ateşböceklerinin geçtiği radarıma takılan kocaman çalılar...
Üzerime yapışmış ıslak giysileri olduğundan daha da soğuk yapan rüzgar yüzünden üşüteceğimin kesin haberini vermişti yaprak ve dalları çekerken titreyen elim. Lakin bu, karşımda o dururken umursadığım son şeydi.
İlerideki tepede normal bir mimariye ait olmayan ev öylece dikiliyordu. Uzun bir şapka şeklindeydi; bir sürü eski tip penceresi, bakımsız bir bahçesi, kapının ve en alt katta bulunan balkonun üstünde bir tentesi vardı. Bahçeye bir masa ve beş altı tane sandalye özensizce yerleştirilmişti:
"Olağanüstü..." Ben bu kadar şaşırmışken onun şoke olmamasını bekleyemezdim, tebessüm edip koşmaya devam ettim.
"Değil mi? Bence de öyle." Kahkaha attığını tahmin etmek için bakmak veya duymak gerekmiyordu. Kapının önünde geldiğimde inanamayarak birden durdum ve sırtıma değen bedenini hissettim. Hiç vakit kaybetmeden birkaç adım geriye çekilerek doğru bir harekette bulundu.
"Kapıyı nasıl açacağız?"
"Kapı..." Elimle ittirip gıcırtılı sesle açılmasına izin verdim. "...zaten açık." İçeri ayın ışığı girdi. Toz taneleri ışıkta belli oluyor, dans ediyordu.
"Girmeyecek miyiz?" İçeri bir adım attım.
İçerisini yoğun tozlu hava boğuyordu. Nefes alınmaz haldeydi, tabanda basılan yer resmen çığlık atarak gıcırdıyordu. Ne zamandır girilmemiş, bakılmamış veya temizlenmemişti burası? Üstelik bir sürü eşya ve çekmece vardı. Kirlenmeye çok müsaitti. Kısacası ortalığı bir curcuna alıp götürmüştü.
Ve bu curcuna bana hiç yabancı gelmiyordu, duyduğum özlem de öyle.
♤♧◇~◇♧♤
Adam enerjisi neredeyse hiç bitmeyen kızını durdurmaya çalıyordu ancak bu imkansızdı:
"Efsun bekle!"
"Hadi baba hadi!" Kolunu çekiştirmeye ve onu kütüphaneye sürüklemeye devam ediyordu. "Bu gün bana annemi anlayacaktın." Adam aşırı yorgun ve mutsuzdu. Kolunu kaldıracak hali olmadığı gibi, patronu ile kavga etmiş; kızının sınıf öğretmeni ile yine atışmıştı. Yorgundu. Çok yorgun. Ve artık kızına yalan söylediğini itiraf etmesi gerekiyordu.
"Bebeğim, çok yorgunum. Ve konuşmamız gereken bir konu var."
"Baba hadi! Annemi anlat!"
"Efsun-"
"Haydi baba, hadi!"
"Küçük be-"
"Baba lütfen."
"Tatlım dur-"
"Annemi-"
"Efsun yeter."
"Harikalar Diyarına nasıl gidileceğini-"
"ORAYA GİDEMEZSİN EFSUN! ORASI GERÇEK DEĞİL!!" Kızı önünde cinayet işlenmiş gibi bir suratla donakaldı. "Efsun üzgünüm. Bağırmamalıydım-"
"Yalan söylüyorsun değil mi? Harikalar Diyarı'na..." Bir kristal tanesi, yanağından dudağına bir yol çizdi. "Gidebilirim ben."
"Hayır Efsun. Gidemezsin. Olmayan bir yere gidemezsin."
"Yalancı! Yalancı, bunları sana Kırmızı Kraliçe söyletiyor değil mi? Seni büyüledi."
"Kırmızı Kraliçe diye biri yok Efsuncuğum. Unut onu, her şeyi unut! Dediğim her şeyi unut. Yalandı hepsi yalan!" Diz çöküp kızıyla boyunu eşitledi. Ellerini onun omzuna koydu. "Beyaz Tavşanlar sadece tavşandır. Bir yere geç kalmaz veya saat kullanmazlar. Çiçekler dev değildir. Kraliçelerin renkleri yoktur. Kediler görünmez olmaz. Ve insanlar öldüklerinde..." Durdu. "Cennet veya cehenneme gider. Harikalar Diyarı'nda birilerini beklemez."
"Yalancı... Yalancı. Yalan söylüyorsun. Annem beni orada bekliyor, bende gideceğim oraya. Şapkacı ve arkadaşları ile tanışacağım. Anneme-"
"ANNEN ÖLDÜ!" Tamamıyla yıpranan sinirleri ve bozuk psikolojisi sakin olmasının önünde büyük bir engeldi. "Annen öldü." Başını sağa sola sallayarak geriye doğru adım atmaya başladı.
"Hayır."
"Evet Efsun."
"Hayır!"
"Efsun üzgünüm ama anlamak zorundasın-"
"Hayır... Hayır!" Adam sehpada duran bilyelerden birkaçının yuvarladığını gördü.
"Efsun bunu ikimiz için de zorlaştırma lütfen."
"Hayır, hayır... Hayır, hayır, hayır!! HAYIR!" Birden koşmaya başladı.
"Efsun!" Kızının peşinden koştu. Komidindeki çerçevelerden biri yüz üstü düştü ve guguklu saat durdu.
Kapıdan koşarak çıkan kızını takip etti. Yolda ileri doğru koşan küçük bedenin, yanından geçtiği yangın musluğu patladı. Patladığı yerde durarak, ellerini dizlerine koyup kızını izledi. Bacakları yorgunluktan sızlıyordu. Hala koşmakta olan küçük kızına seslendi :
"Son söylediği şey... Seni çok sevdiği ve adının Efsun olmasını istediğiydi. Efsun..." Durdu ve bekledi. Koşmayı kesmişti küçük kız. Arkası dönüktü hala ve sıkı sıkı sarılıyordu peluş oyuncağına. "Büyülü, büyücü ve güçlü demek. Savaşçı." Yutkundu. "Tıpkı annen gibi." Kızı arkasını yavaşça dönerek ona baktı. Uzaktan ve yağmur gibi akan sudan dolayı, yüzü bulanık görünüyordu ama ağladığından emindi. Kız koşarak geri döndü ve babasının, kendisinin iki katı kadar kollarına atladı. Ağlıyordu. Adamın en nefret ettiği şekilde: hıçkıra hıçkıra. Ve en sevdiği şekilde: Onun yanında.

Comments