Şapkacı -5- "Labirent"
- Kelime Ressamı

- Jul 23, 2020
- 10 min read
Bir şeyi saklamanın en iyi yolu, onu herkesin görebileceği bir yere koymaktır. Sherlock
♣♠♦ ~ ♦♠♣
Hıçkırıklarımı gömmek için omzunda kendime bir mezar açtım ve yüzümü de oraya sakladım. Daha önce onunla hiç karşı karşıya gelmemiş olsam da sanki her özelliğini, huyunu biliyormuşum gibi onu tanıdığımı hissediyordum. Deniz bir beni, bir Alice'i gösterdi ve şaşkınlığını bize yansıtmasını sağlayacak kadar çatlamış sesiyle: "Siz ikiniz..." dedi, "...tanışıyor musunuz?" Gülüştük. "O babamın çok yakın bir arkadaşı." Ağladığım için nefes almamı zorlaştıran burnumu çektim. Alice'in parmakları saç dişlerimde geziniyordu. Sıcak kahve gözleri Deniz'in üzerinde sabitlendiğinde bakışları donuklaştı: "O kim?" "O mu?" Alice'in şüpheli şüpheli süzdüğü Deniz ile göz göze geldik. "Sistem hatası." "Bir şey konuşmalıyız. Ama yalnız." Deniz'e baktım, anladığını belli eder gibi ellerini yukarı kaldırdı. "Anladım! Gidiyorum." Onunla beraber masadakiler de ses çıkartmadan sandalyelerinden ayrılıp eve her hareketinde gıcırdayan kapıdan girdiler. "Alice, bir sorun mu var?" Deniz tamam ama diğer Harikalar Diyarı sakinlerini yanımızdan yolladığına göre ciddi bir şeydi söz konusu olan. "Çok büyümüşsün. Baban en son fotoğraf yollayabildiğinde kaçtın? Dört mü, üç mü?" "Yolladığında" yerine "yollayabildiğinde" demesi dikkatimden kaçmamıştı: "Şu an girdim, bir zahmet büyüyeyim!" deyip kıkırdadım. "Sen de..." "Yaşlanmış mıyım?" Birkaç kırışıklık, beyaz saç telleri dışında babamın çizimlerinden çok farklı değildi. "Çok değil." Gülüştük. İçimden yalan söylemek gelmemişti, ne yapayım? Hem büyük ihtimalle dürüst olmadığımı da şıp diye anlardı. "Söyleyeceğin şey nedir Alice? Direkt konuya dalmak istemezdim ama-" "Burada olmamalısın." Aniden söylediği şeyle biraz dumura uğradım diyebilirim. "O zaman ben de hemen asıl meseleyi konuşayım, buraya düşmene her şeyden çok sevindim. Hep seninle tanışmak istemiş, bu şans elimize geçmediği için üzülmüştüm fakat buraya hiç gelmemeliydin." "Ne? Alice sen neyden bahsediyorsun?" Hiçbir şey bilmediğimi zannediyordu. Ona durumu açıklamaya çalışırken çol fazla el hareketi kullandığımı fark ettim. Gerildiğimde genelde bunu yapardım. "Bak annem ve babamı kırmızı g*tlünün esir tuttuğunu, Beyaz Kraliçe'nin bile onun yaptıkları karşısında çaresiz olduğu ve Harikalar Diyarı'na gelerek hayatımı tehlikeye attığımı biliyorum ancak bunları öğrendiğim halde kılımı dahi kıpırdatmadan, bırakıldığım dünyada rahatıma bakmamı beklemiyordun herhalde?!" "Üzgünüm fakat olanlar sandığın kadar sığ değil Efsun. Eğer seni bulurlarsa zarar gören yalnızca sen ben olmayız." Benim bilmediğim bilgilere sahipti lakin bildiği her ne olursa olsun, fikrim değişmeyecekti. "Zaman aleyhimize işliyor, ne kadar çabuk geri dönersen o kadar iyi-" "Zamanın canı cehenneme Alice!" Bağırdığımda gözleri doldu, bu yüzden bağırır bağırmaz pişman oldum. "Buradayım ve ailemi bulana kadar şuradan şuraya adım bile atmıyorum!" "Öldüler!" Çığlığının ardından sanki zihnimi okumuş gibi sorumu ben dile getirmeden cevapladı. "Ailen öldü ve bir an evvel geldiğin dünyaya dönmezsen hepimiz onlar gibi kahrolası cesetlere dönüşeceğiz!" "Sırf beni bıraktığınız dünyaya geri yollamak için böyle söylediğini, ölmediklerini biliyorum! Salak değilim ben!" "Sen bırakılmadın Efsun, baban seni herkesin iyiliği için oraya kaçırdı ve burada inatla kalmaya devam ederek her şeyi tehlikeye atıyorsun!" "Hayır Alice, ben yalnızca sizin aksinize sorunlarımdan kaçmayı değil onları çözmeyi seçiyorum." "Sorunlarımızdan değil, savaştan kaçmaya çalışıyoruz ve onları kimse çözemez Efsun." "Bilmecelerle, tekerlemelerle, özlü sözlerle konuşmayı kes ve açık ol Alice! Ve benden ne saklıyorsan hemen söylemeni öneririm çünkü her halükarda ve gerekirse kaynağından öğreneceğim!" Ağlıyordu ama bu güçsüz durmasını sağlayamamıştı. Hatta tersine benden uzaklaşıp gayet net bir şekilde reddetti, ben öyle yapamazdım. "Hayır, babana bir söz vermiştim ve bu sözü bozup onu yattığı yerde ters döndürmeyeceğim." Kaşlarımı çatıp yanaklarımı yıkayan göz yaşlarını sildim. "Öyle olsun!" Gerisin geriye döndüm, çıplak ayaklarım altında çimenleri ezerek eve girdim ve salonda emanet gibi oturan Deniz'le karşılaştım. Beni görünce asıl soracağından vazgeçip gözlerini vazgeçti "Neler oluyor? Ben hasret giderirsiniz sanıyordum, birbirinize bağırıp çağırıp ağlamanızı değil." "Rahat bırak beni!" En çirkef tonda söylenmiş cümleme yanıtı yukarı doğru kalkan sağ kaşı verdi. "Neden?" Beni dün akşam kaldığım odaya üstümü değiştirmek için giderken takip etti. Giyebileceğim, şık ve rahat bir elbise aramaya başladım. "Bekle! Bir yere mi gidiyoruz? Nereye gidiyoruz?" "Biz değil, ben gidiyorum." "Ne? Beni bir grup deliyle aynı evde mi bırakacaksın?" "Aynen öyle! Nasıl anladın bunu? Bir dahi olmalısın!" "Hey! Sinirini benden çıkartma! Benim suçum ne?" Koyu kahve, ince kumaşının üzerinde sarı cepleri olan bir elbise seçtim ve Deniz'i sırtından kapıya doğru ittirdim. "Çık odadan!" "Neden?" "Giyineceğim!" Kısa bir süreliğine durakladı ve ne yapacağını bilemeyerek böm böm yüzüme baktı. Onu tekrar ittirdiğime anca çıkabildi odadan. Üstümdeki gecelikten kurtulup yeni elbisemi giydim ve pencerenin kenarına oturdum. Ne şu anda odadan çıkıp onu ekmekle ne de kraliçenin yanında onunla uğraşamazdım. Bu yüzden pencereden önce ayaklarımı sarkıttım, sonra derin bir nefes alıp atladım. Aşağıya atlayınca başta bacaklarımdan omurgama doğru karıncalar çıkıyormuş gibi hissettim ama bunun dışında iyiydim. Ayağa kalkıp gizlice evden uzaklaşacakken biri yola çıkmamı engelledi: "Çok büyük bir hata yapıyorsun." Konuşan tabii ki de Alice'ti, hâlâ beni korkutmaya ve vazgeçirmeye çalışıyordu. "Hiçbir şey yapmamaktan iyidir." Alice'in tavırlarını, uydurduğu yalanların yalan olmama ihtimalini -beni saraya ya da en azından sarayın yakınlarına götürebilecek bir araba bulmak için- yürürken tonlarca ağırlıkta bir yükmüş gibi taşıdım göğsümde. Ailem ölmüş olsa bile -ki biliyorum, değiller- hiçbir şey değişmeyecekti. Hayattalarsa onları kurtarmak, değillerse intikam almak için Kırmızı Kraliçe'nin canına okuyacaktım. At yerine iki tırtılın çektiği bir at arabasını gördüğümde önüne geçip durdurdum onu: "Pardon, Aksarayın yakınlarından geçiyor musunuz? Gidiyorsanız beni de bırakabilir misiniz?" "Tabii, buyrun lütfen." Çok çok minnettar olduğumu belirtip kendiliğinden açılan kapıdan arabaya bindim ve oturduğumda yürümekten kara sular inmiş ayaklarım bayram etti. Lakin ben bayram etmedim, hatta başka bir araba bulabileceğimden emin olsam kendimi dışarı atardım. Arabaya benimle aynı anda ama diğer kapıdan Deniz de bindi ve koltukta omuzlarımız birbirine çarptı. Şok olduğumdan dolayı büyümüş gözlerim bir yanımda sırıtan Deniz'i, bir karşımdaki çifti buldu. Adamın kemerli burnunda işlevsiz, küçücük bir gözlük vardı ve dibine girdiği, kafasından büyük bir peruk taşıyan, ağır makyajlı kadının koluna girmişti. Onlara zorlama bir tebessüm sunarak selam verip aldıktan sonra Deniz kulağıma "Orada öylece seni bekleyeceğimi cidden düşünmemiştin herhalde?" diye fısıldayarak tepemin tasını attırdı. Uzun ve temiz tırnaklarımı koluna batırıp derisini çevirdim, acıyla inmeyip kolunu çektiğinde ateş eden gözlerimle baktım ona. Deniz kadar yapışkan ve değişken bir tiple daha önce hiç tanışmamıştım fakat onunla geçirdiğim her dakika tanışmamızdan daha da çok pişman olmama sebep oluyordu. Araba durduğunda kendimi dışarı atmak için bir saniye dahi kaybetmedim. Şöfor bizi tüm büyüsüyle karşımızda dikilen Aksaray'ın labirentinin kapısına bırakmıştı. Aksaray'ın göz yoracak kadar beyaz sütunları o kadar uzundu ki benim neredeyse iki üç katım kadar olan çalıdan labirent duvarlarının üstünden bile görünüyordu: "Vay canına!" Ona tepki vermek yerine labirentin; işlemelerinde Çılgın Şapkacı ve Alice'in, Beyaz Kraliçe'yi ve Ak Krallığı Kırmızı Kraliçe'nin suikastinden kurtardığı o efsanevi anın gizli olduğu dev kapısına yaklaştım. Kapıyı normal şartlarda olan gücümü son damlasına kadar da kullansam kıpırdatamazdım ancak o an tek bir dokunuşumla kapı kendiliğinden açılmaya başladı. "Adamım, bu çok havalıydı!" "Evet, bu kadar gösteri yeter!" Ellerimi çırptım ve elimle gitmesini işaret ettim. "Yine mi?" "Beyaz Kraliçe ile özel bir konu konuşmaya gideceğim ve her şeyi berbat etme riskini göze alamam." "Çıt çıkartmayacağım!" Parmaklarını birbirine dolayarak yalvarma moduna geçti. "Hadi ama! Beni sürekli dışlayamazsın!" "Çok da güzel dışlarım, görmek ister misin?" Yüzü hayal kırıklığıyla düştü. "Bana sürekli buraya düşmek benim suçummuş, kendi isteğimmiş gibi davranmayı bırakmalısın!" "Ama senin suçundu!" diye bağırdım. "Beni edindiğin yalan yanlış bilgiler üzerinden yürüttüğün bir tahmin yüzünden öldürmeye kalktın, ritüelimi bozup normal yollardan diyata gelmemi engelledin ve duygusallaşıp parola olan kelimeyi bilmeden söyleme sebep oldun. Buraya gelmek bizzat kendi hatan-" "Bunu nasıl bana bağlamayı başardın?" "Şu an küresel ısınmayı bile sana bağlayabilirim!" "Bağla o zaman! Küresel ısınmayı, asteroid çarpmasını hatta Dünya'nın dönmesini bana bağla fakat sana aile olan tek kişiyi kaybetmetmenin ne demek olduğunu bilen ve ebeveynlerini bulmak için evren değiştirmiş biri olarak kız kardeşim için sana saldırmama laf etme hakkın yok!" İşte burada sustum. "Ayrıca ben kardeşimi kaçırdığını sandığım kişiyi takip ettim, sen aileni kurtarmak adı altında bir kraliçeyi pataklama planıyla dünyalar arası yolculuk yaptın, bu kısımda abartan kişi ben değilim." Onun bakış açısından bakınca belli noktalarda durumlarımız benzerlik gösterdiğinden dolayı onu anlıyor, söylediklerine hak veriyordum fakat hâlen daha yanımda olmasını ve kuyruk gibi benimle her yere gelmesini istemiyordum. Ancak onca dramatik, anlamlı cümlenin ardından reddetmenin hoş kaçmayacağı da bir gerçekti: "Labirenti çözmek için sol elimizi mi sağ elimizi mi kaldırıyorduk?" Dediğimi ilk defa duyduğunu belli eden kaşları ve suratı çatıldı. "Unut gitsin." "Benim çok daha iyi bir fikrim var." İçeri koşan Deniz'i kapanan kapının arkasında kalmamak veyahut ezilmemek için takip ettim. Labirent duvarlarındaki çalılara yaklaşıp dallara tutundu. "Filmlerdeki labirent sahnelerinde karakterlerin neden hiç duvarlara tırmanıp labirenti kuşbakışı bakarak çözmediklerini anlamazdım." "Film kısa sürmesin diyedir." Dallara tutunarak kendini yukarı çekmesini izlerken ellerimi belime koyarak konuştum. "Centilmenlik etmeyi düşünüyor musun?" "Ne yapayım? Sen kucağımdayken yukarı tırmanamam." "Ağzımdan 'Beni kucağına al.' diye bir laf mı çıktı benim? Topuklu takunya ve elbise giymiş bu kadını yukarı çekmen yeterli." Ayakkabımın ucunu sarmaşığa takıp Deniz'den yardım alarak önce çalılara tutundum, sonra duvara tırmanmaya tek başıma devam ettim. Duvarın üstü esiyordu, çıkar çıkmaz kollarımı ovuşturdum ancak asıl dikkatleri üstüne çekmesi gereken nokta yüksekten korktuğumu bana unutturacak kadar harika manzaraydı. Labirentin uzun duvarlarının tepesinde Aksaray'ın ve Beyazşehir'in neredeyse tamamı gözlerimiz önüne serilmişti ve kusursuzdu: "Ne kadar... Güzel." Deniz'i onaylamama gerek yoktu çünkü görünen köy kılavuz istemezdi. "Orayı yakından görmek için yolunuza devam etmeliyiz, o yüzden yürü!" Duvarların üstünde nerenin çıkmaz, nerenin doğru yol olduğunu görmenin avantajıyla ilerledik. Tahminen yarım saat sonra çıkışa ulaştık, bu olağanüstüydü çünkü labirent kısa ve kolay kesinlikle değildi. Babam bir keresinde ne saraya varabildiği ne de geri dönebildiği için haftalarca labirentte kapana kısılıp açlık ve susuzluktan ölmüş insanlardan bahsetmişti. İş duvardan aşağıya inmeye geldiğinde yere bakıp tereddüt ettim: "Niye duruyorsun?" Deniz yolu çoktan yarılamıştı. Düşmekten korkuyordum ama bunu söylemedim. "Eğer eteğime doğru bakarsan yüzünü tekmelerim." "Bir kez olsun beni tehdit etmeyi bırak da odaklan." Söylediğini yapmayı reddedip ikide bir arkama bakmaya çalıştığım için kurumuş bir dala basıp dengemi kaybettim ve ayaklarımın altı boşaldı. Tüm ağırlığımı yüklediğim sarmaşık da beni taşıyamayınca düşmeye başladım. Düşerken Deniz'e çarpıp onu da benimle aynı kadere sürükledim. İkimiz birden yeri boyladık ancak ben onun üzerine düştüğümden daha az hasarla işin içinden sıyrılıverdim. Deniz yerden kalkarken belini gerdirdi: "Eteğine bakarım diye omurgamı yerinden oynattığın için teşekkürler!" "Ben o kadar ağır değilim bir kere!" diye cırladığım zaman ben bile kendi dediğime inanmamıştım. "Kıpırda, iyice geciktik." Konuyu eteğimden çekip asıl sorunun duvarların üstünde cirit atarken kalbimi ağrıtan akrofobim* olduğunu belli etmemek için çırpındım. Neyseki sarayın kapısındaki muhafızlar tam zamanında yetiştiler: "Sanırım senin eteğinden daha büyük bir sorunumuz var." Üç gümüş zırhlı fedai (!) bize yaklaşırken kalbimin göğüs kafesimde depar attığını hissediyordum. "Yaratıcı bir fikrin daha var mı? Şu an çok iyi olurdu." "Bunu bana bırakmak istediğinden emin misin?" "Ne-" Tek kaşımı kaldırıp şüpheyle yönelttiğim soruyu tamamlayamadan beni muhafızların önüne ittirdi. Üç yürüyen alimünyum folyo ile beraber yere kapaklandım. Benim üstlerine düşünce yerle buluşan muhafızlardan dengesini sağlayan ilk ikisi Deniz'e yönelince ben de sonuncuyu halletmeye karar verdim. Kalkar kalkmaz ayağımı botunun altına koyup tekrar takılmasını sağladım. Yüzüstü düştüğünden onu yerde tutmak dizlerimi sırtına bastırmaktan ibaretti, ağır kaskını çıkartıp başına vurarak onu bayılttım. Sonra da kaskı kaldırıp ikide bir hareket eden muhafızla Deniz'den doğru kişiye hedef aldığımı umarak attım. Şans eseri kask bilinci yerinde son muhafızın kafasını bularak onu yere serdi. Elbisemi temizledikten sonra muhafızın mızrağından kaçarken kesilmiş yanağına tokat attım: "Hey! Bizi kurtardığım halde niye tokat yiyorum?!" "Bu gün bir daha düşecek olursam çığlık atacağım." diye homurdandım. Sarayın kocaman dış kapısını kapının yanlarındaki ipleri kullanarak açtığımızda direkt balo salonuna giriş yapmayı beklemiyordum açıkçası. Salonda bize şaşkın şaşkın bakan konuklarının arasından davetsiz misafirlerini daha iyi görmek için sıyrılan Beyaz Kraliçe'nin kan kırmızısı dudakları şaşkınlıkla açıldı, sarıya çalan beyaz saçları her hareketi ile titriyordu. Kraliçenin yanındaki, ondan ağır makyaj yapmış adam onun yerine konuştu: "Buraya nasıl girdiniz? Bu halkın olmaması gereken bir davettir ve resmî izin almadan saraya girmeniz de yasaktır!" Ne demem gerektiğini bilemeyince Deniz kolumu dürttü. "Bir şeyler mi söylesen? Herkes bize bakıyor." "Majesteleri ile konuşmaya geldik, sizinle değil." derken hafifçe yutkundum. Adamın mavi boyalı dudakları kocaman açıldı. "Nasıl benimle böyle konuşmaya cesaret ediyorsunuz? Hadsiz! Kraliçem duydunuz mu-" Kadın eldivenli elini yukarı kaldırarak onun susmasını tek işareti ile sağladı. Kanlanmış gözlerinden, kırışmış göz çevresinden okunan yorgunluğu öylesine belirgindi ki büyüleyici güzelliğini gölgeliyordu. "Kimsiniz? Tüm halk saraya izinsiz girmenin yasak olduğunu biliyor, bilmiyor olmanız buradan olmadığınız anlamına gelir. Üstelik bu gün yaptığımız önemli toplantı yüzünden yasağın normal günlerden çok daha katı olduğu duyrulmuştu." Soğuk, donuk ve yorgun sesinde resmi bir nezaket vardı. "Majesteleri ben... Çok yakın bir arkadaşınızın kızıyım." Salonu uğultular doldurdu. "Meşgul ettiğim ve böldüğüm için çok özür dilerim ancak yardımınıza ihtiyacım var." "Kimin kızısın?" Kahretsin, bu soruya burada hayatta cevap veremezdi! Salonda çok ama çok kişi vardı, bu yüzden kimin neyin nesi olduğu belli değildi ve yanlış kişiler Şapkacı ve Şans'ın kızı öğrenirse yanardım. "Ve hangi konuda yardımıma ihtiyacın var?" "Bunları özel konuşmayı tercih ederim." "Öyleyse üzgünüm fakat toplantımızın bitmesini beklemenizi rica edeceğim. Joel-" "Emredin kraliçem!" Beyaz Kraliçe'nin önünde eğilip emrini bekleyen bu coşkulu yalaka Joel, az önceki makyajlı adamdı. "Onlara labirentin diğer ucuna kadar eşlik edecek bir muhafız bul. Sizi ertesi gün tekrar bekliyorum." İlgisini kaybettiği için yerine geri döneceği zaman son kozumu kullanmaktan başka çarem olmadığını anlamıştım çünkü "Sizi ertesi gün tekrar bekliyorum." koca bir yalandı ve bizi başından savmak için söylemişti. "İsmim Joker!" Bana omzunun üstünden, kaşlarını kaldırarak dönüp baktı. "Ben şansın kızıyım." "Bu havalı girişin manası neydi şimdi?" Deniz'i Beyaz Kraliçe'nin şifreli konuşmamı, neyi kaş ettiğimi anlamasını dileyerek görmezden geldim. "Kraliçemizin değerli vaktini zırvalarla daha fazla harcamanıza izin vermeyeceğim-" "Dur Joel." dedikten sonra Joel'i, göğsüne elini koyarak durdurdu kraliçe. "Kanıtla." "Ne?" "Şansın kızı olduğunu kanıtla." Elbise giymiştim, ayakkabılarım uygun değildi ve salondaki sanatçıların repertuarının da geldiğim dünyanınkiyle örtüşmediğini Deniz bile tahmin edebilirdi. Lâkin bunların hiçbiri dans etmeme engel değildi. Sırf arka planda eşlik edebileceğim bir ritim olsun diye herhangi bir ezgi çalmaları için koroya işaret verdim. Hareketli ve neşe dolu notalarla beraber ileriye attığım ilk adım, diğer hareketlerin büyüsünü başlattı. Gözlerimi kapadığım gibi etraf soyutlaştı, insanlar kayboldu ve bir anda sanki salonda rahatlatıcı melodi ile tek başıma kaldım.
Biraz önce labirentte az daha bir yerimi kırmama neden olacakken şimdi şovumun en ilgi çekici noktası olan tahta topuklu pabuçlarımla son hareketimi yapıp bir alkış seliyle gözlerimi açtım. Eğilip selam verdim, gülümsedim, Beyaz Kraliçe ile bakıştım. Yüzüne adeta nur indirmiş bir tebessüm sunmuştu bana: "Sevgili dostlarım, izninizle bir süre yanınızdan ayrılacak olsam da yaverim Joel sizinle ilgilenecek. Lütfen keyfinize bakın." Küçük özrünün ardından Deniz ile bana onu takip etmemizi işaret etti. ♣♠♦ ~ ♦♠♣ Kıvırcık saçlı, kısa boylu ve tıknaz kadın emir verdiğinde gardiyan mahkumun eli kızgın kömüre bastırdı: "Ah!" "Canın mı acıdı? Ha? Canın yandı mı?" Histerik bir jahkaha attı. "Parolayı söyle! Yoksa o tatlı kellende çok daha tatlı izler bırakacağım! Hemen! Şimdi! Söyle!" "Hayır." Dişleri takırdadı. Parmaklarından koluna ilerleyen ısı akımıyla kıvrandı. "Şifreyi söyle dedim sana çirkin kelle!" "Asla!" "Şifre!" "Beni cehenneme de soksan söylemeyeceğim!" "Yeniden." Yanan etin cızırtıcı ve kokusu geldi, mahkum kadının çığlığından önce. "Asla... Ama asla... Bir kraliçe olamayacaksın." "Kellesini-" Durdu, şimdi zamanı değildi. Kahverengi, uzun, kirli saçları kanla renklenmiş ve yüzünü kapatan mahkuma yöneldi. Konuşmuyor ve hareket etmiyordu. Bayılmıştı. "Çekici getirin!" "Ondan uzaklaş!" "Kabul et ya da etme; burada kraliçe benim ve kimden uzak duracağıma ben karar veriririm!" diye cırladı tıknaz ve kabarık elbiseli çakma kraliçe. "Ya parola ya da yavuklunun omurgası! Seçmek için bir saniyen var! Ve bitti! İndirin!" Tam çekiç adamın sırtına ineceği an kadın mahkum bağırarak onları durdurdu. "Ona dokunma! Ona dokunursan-" "Ne olur? Söyle hadi! Ne olur?" Çakma kraliçe yeniden tiz bir kahkaha patlattı. "İndirin!" Ve adam birden kalkıp atladı. Çekici tutan karta bileklerine bağlı zincirleri doladı ve kafasını patlattı. Sonra hiç beklemeden kart askerin kafası patlayınca yere düşürdüğü çekici alıp kraliçeye attı. Kadın bıkkın bir ifadeyle bir adım kenara çekildi ve ucunda kırmızı bir yakut bulanan asasını kaldırdı. Çekici havada kırmızı dumanlar sardı ve ağır alet yön değiştirerek adamın göğsüne çarptı. Boğuk bir çığlık daha atarak uzun kahverengi saçlı mahkumun yanına yığıldı. Nefes alamıyordu. Dudakları titreyerek koyu kahve gözleri yaşlarla parlayan kadına baktı. Konuşamadı. Kendi göz yaşları, kirli yanağında daha açık renk bir yol çizdi: "Ağlama. Söz veriyorum, buradan çıkacağız. Her şey düzelecek. Buradan çıkıp onun yanına gideceğiz. Her şey çok güzel olacak." "Çok..." diye tekrarladı kadın. Bu masalın sonu mutlu olacak. Ama bir son olacak.
♣♠♦ ~ ♦♠♣
Akrofobi*: Yükseklik korkusu Bölümdeki videoyu aldığım yerin linki => https://www.instagram.com/p/CBx7KfFJ4su/?igshid=1a6cmqrqsyjeb

Comments